Ortaokulda din dersi öğretmenimizin anlattığı bir öyküyü sizlere anlatmaya çalışacağım.
Eskiden bir kasabada yaşayan alkolik bir adam varmış. Bu devamlı alkol alır, hiç ayık gezmezmiş. Ömrü bu şekilde perişan bir vaziyette geçmiş.
Adam yaşlanmış, hastalanmış, yatağa düşmüş. Karısı kasabanın doktoruna gitmiş “ kocam çok ağır hasta gel de bir muayene et” demiş. Doktor ise ben senin kocanı biliyorum ayyaşın biri ben onu tedavi etmeye gitmem demiş. Kadını göndermiş. Kadın üzüntülü üzüntülü eve gelmiş. Kocasına doktoru bulamadığını söylemiş kocam üzülmesin diye yalan söylemiş. Adam biraz daha ağırlaşmış. Kadın bu sefer de mahallenin cami hocasını getireyim de Kur’an okusun demiş. Cami hocasının evine gitmiş, hoca efendi kocam çok ağır hasta gel de Kur’an oku demiş. Cami hocası da doktorun dediği gibi kocan içkici ayyaşın biriydi. Ben gidip Kur’an okumam demiş. Kadın üzgün üzgün eve gelmiş, kocasına da üzülmesin diye hocayı bulamadım diye yalan söylemiş.
Adam gitgide hastalığı ağırlaşmış. Hiçbir komşusu gelip ne yiyecek getiriyor, ne de hastayı ziyaret ediyormuş. Karısı kocasının başucunda devamlı ağlıyor dua ediyormuş.
Nihayetinde adam rahmetli olmuş. Kadın yine konu komşuya haber vermiş, kocam rahmetli oldu gelin de defin işlemini yapalım, bana yardım edin ne olur diye yalvarmış. Komşularından hiç biri aldırış etmemiş, kimse gelmemiş. O sarhoşun ayyaşın biriydi demişler. Kadın ne yapsın naçarı kesik kalmış, kocasının cesedini büyük bir çuvala koyup dağlara doğru sırtına alıp, binbir zorlukla çabalıya çabalıya götürmeye çalışmış.
Yolda bir çobana rast gelmiş. Çoban benim bacım ne ki o sırtındaki zorlana zorlana götürdüğün şey demiş. Kadın çuvalı yere koyup, başından geçenleri bir bir çobana anlatmış. Çoban da kadının bu çektiklerine çok üzülmüş, hatta ağlamış. Üzülme benim bacım bu işi beraber halledelim demiş.
Kadının elinden çuvalı çoban almış sırtına, hadi gidelim bacım demiş. Çoban adamın cesedini yıkamış, kefenlemiş uygun bir yere dua edip gömmüş. Kadını da evine göndermiş.
Kadın o gece yattığında kocasını çok iyi bir şekilde rüyasında görmüş, yeşillikler içinde çok güzel köşklerde oturuyor. Bahçesinin kenarından tertemiz ırmaklar akıyor, daha da tarif edilmeyecek güzellikler içinde görmüş, çok sevinmiş.
Sabah olunca kasabanın doktoru gelmiş. Kapıyı çalmış kadın kapıyı açmış. Doktor kocana ne oldu diye sormuş o da başından geçenleri doktora bir bir anlatmış. Doktor da kadının gördüğü rüyayı aynen görmüş.
Bir müddet sonra mahallenin cami hocası gelmiş. O da kadına kocanı nasıl defin ettiniz diye sormuş. O da gördüğü rüyayı anlatmış. Hemen hemen hepsinin gördüğü rüya birbirinin aynı imiş. Ev komşuları da gelip onlar da aynı rüyayı gördüklerini anlatmışlar.
Sonunda hepsi bir olup, sarhoş bu adamın cenazesini gömen çobana gidelim bir de ona soralım demişler. Hepsi birden çıkmışlar yola. Kasabanın dışındaki mera alana gelip, çobanı bulmuşlar.
Bugünkü anlatacaklarım bundan ibaret olup, haftaya kaldığımız yerden devam etmek üzere yazımı Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları isimli şiirinin bir bölümüyle bitiriyorum. Haftaya kaldığımız yerden devam etmek üzere hepinize selamlar, saygılar, sevgiler…
HAN DUVARLARI
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…
Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları.
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.