Bundan otuzbeş yıl kadar önceydi. Oğlum 2 yaşlarında idi. İstanbulluoğlu mahallesi filiz sokaktaki annemin bahçeli ahşap evinde oturuyorduk.
Rahmetlik annem evde bahar temizliği yapıyordu. Evin bütün eşyalarını toplamış dışarıya bahçeye atmıştı. Ev bayağı boşalmıştı. Sadece odada bir somya kalmıştı. Onun üstünde kardeşim Kemal oturmuş gazete okuyordu. Oğlum da dolapların altında bulduğu kesekağıdı içindeki fare zehirini yiyecek zannetmiş, onu yemeğe çalışıyormuş. Bir ara amcası Kemal’e “bak amca ne yiyorum” demiş. Amcası Kemal de gazete okumakla meşgul iyi ye demiş. Nasıl olduysa bir ara gazetesini bırakıp oğluma bakmış, elindeki fare zehiri hemen elinden acelece almış götürüp tuvalete atmış, bu şekilde oğlum’un hayatını da önce Allah sonra amcası Kemal kurtardı. Allah ondan razı olsun . sonunda da şayet birkaç tane yediyse diye çocuğu kusturmuşlar. Bu şekilde de büyük bir tehlike atlattık. Kardeşim Kemal İzmir Konak Maliyesi nden emekli ve halen İzmir de yaşamaktadır.
Bugünkü makalem fare zehirinden açıldı da yine o tarihlerde annem evin kiler kapısını açık unutmuş, çok güzel bir legorin cinsi tavuğumuz vardı açık kapıdan kilere giriyor. Yerdeki fare zehirlerini bir güzel hepsini yiyor. Annem son anda görüyor. Bu tavuğumuza çok üzülüyor. Kestirmek istiyor birde biz zehirlenirsek ondan da korkuyor. Tavuğa çeşitli ilaçlar içiriyor. Ayrı bir yere koyup bekledik. Hayvan akşama doğru birden çırpına çırpına bağıra bağıra öldü. Evimizin en iyi tavuğu idi. Ona da çok üzüldüm.
Bir başka anım da torunumla ilgili. Torunum İsmail iki yaşlarında idi. Annesi odayı havalandırmak için pencereyi açımış, kendi de başka işlere bakıyor. Bir ara geldiğinde bakıyor oğlu pencerenin dışına çıkmış ayakta o vaziyette duruyor. Bir aşağı düşse bin parça olur. Dördüncü kat bahçenin demir parmaklıkları var parmaklıklar dikenli tellerde kaplı. Allah vermesin bir de onlara takılır bin parça olurdu. Neyse annesi büyük bir soğuk kanlılıkla gelip çocuğu korkutmadan büyük bir ustalıkla tutup hemen içeri alıyor. Böyle de bir tehlike atlattık.
Torunum İsmail daha çok çeşitli tehlikeler atlattı. Bir gün yine babası cebindeki misafir şekerini verip, kendisi abdest almaya lavaboya gidiyor. İsmail de şekeri ağzına alıyor, bir koltuktan diğer koltuğa koşup hopluyor, ağzında da şeker var. Birden şeker boğazına kaçıyor çocuğun nefesi kesiliyor. Beş yaşındaki ablası “ismail nefes alamıyor çabuk koşun” diyor. Evin içinde bağırtılar, çağırmalar başlıyor. Kimi çocuğun sırtına vuruyor, kimi parmağını çocuğun ağzına götürüp şekeri çıkarmaya çalışıyor. Betimiz benzimiz kül gibi oldu. Çocuk ellerimizde Allah’a yalvarıyoruz. “Allah’ım ne olur onu bize bağışla” diye dua ettik. Çocuğun gözleri döndü. Çocuk ölüyordu. Ben “Allah’ım sen onu bizlere bağışla ne olur ölmesin” diye ağlaya ağlaya dua ettim.
Allah’ıma şükürler olsun bir ara nefesi açıldı. Ağlamaya başladı. Hemen oğlumla çocuğu aldık. O zamanki Şifa hastanesi’nin üzerindeki çocuk hastanesine götürdük muayene ettirdik. Bir ara kucağımda çocuğu koşa, koşa götürürken tökezleyip yere yıkıldım çok zor anlar yaşadık. Çocuğu hastaneye götürürken ben hep ağlıyordum. Torunumda “anne dedem niye ağlıyor” diyordu. O da “yavrum sen ölüyordun ondan ağlıyor” dedi. O olay ne zaman konuşulsa kendimi hiç tutamam hemen ağlarım.
Bugünkü anlatacaklarım bundan ibaret olup, haftaya başka bir makalede buluşmak üzere yazımı FARUK NAFIZ ÇAMLIBEL in bir şiiriyle bitiriyorum. Hepinize selamlar, saygılar, sevgiler..
Faruk Nafız Çamlıbel
Han Duvarları
“ Gönlümü çeksede yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgarın önüne katılmışım ben “
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı…
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İNCESU daydık,
Bir handa, yorgun, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım.
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım.