Hani “Sıla-i Rahim” dedik ya ilk yazımızda, madem ki memlekete yolumuz düştü, ilk olarak, başımızın tacı ana- babamızı ziyaret etmektir en doğru olanı. Onlar ki, kimimizin hayatta olup da hürmetle ellerinden öpüp sarılacağımız, kimimizinse göçüp gitmiş, duâ bekleyenimiz…
Annemiz…
Daha dünyaya gözlerini açtığın o ilk dakikalarda, ilk hıçkırıklarını insanlara duyurduğun o anlarda, bütün o çektiği sıkıntıları bir anda unutuverip, mutluluk gülümsemesiyle ve şükür dualarıyla, senin süt kokunu içine çekerek göğsünde susturan varlıktır ANNE…
Hz. Havva’dan miras kalan anne şefkatiyle, merhametiyle ve ömrünün sonuna kadar azalmayıp artacak olan, yüreğini dolduran anne sevgisiyle kucaklayandır…
Yemeyip yediren, giymeyip giydiren, ateşini dudaklarıyla ölçebilen, her hastalandığında uykuyu unutan, ömrü boyunca kendini sana adayan kişidir ANNE…
Yaşadığın sorunlara çözüm bulmaya çalışan, sana en mükemmel geleceği inşa etmek için varını yoğunu feda eden, çektiği çileleri görev bilendir ANNE…
Öpmeye doyamaz, o eşsiz kokunu her an hissedebilmek için.
Onu annelik makamına yükselten; ilk adım atışında ve ilk çıkardığın dişinde duyduğu heyecan, senin her düştüğünde hissettiği acı, büyüdüğünü görmek ve ilk “ANNE!..” deyişini duymaktır.
VE BABAMIZ…
Diğer varlık sebebimiz… Dayandığımız çınar, en güvenilir dağ, eşi olmayan gönül padişahımız…
Daha çocukken, akşama kadar özlediğimiz, yolunu dört gözle beklediğimiz, bacağına sarıldığımızda dünyalar bizim olan mutluluk kaynağımız. En başarılı danışmanımız, akıl hocamız… Evin direği, gönüllerin reisi babamız…
Ömrünün sonuna kadar, bıkmadan, usanmadan çalışıp çabalayan babamız. Yüce Allah’ın belki de dünyaya geldiğimiz o anda, bize verdiği en büyük armağanı. Daha “Yavrumm…” demesiyle bile yüreğimizi okşayan babamız…
Yaşın kaç olursa olsun, sen onun küçük çocuğusundur. Mutluluğun mutluluğu, üzüntün üzüntüsü, heyecanın heyecanı, sıkıntın sıkıntısıdır. Her daim destekçin ve her daim dayanağındır…
Hiç aklına gelmez onları bir gün kaybedeceğin. Düşünmek bile istemezsin o günü, o anı. Ama zaman geçer, gün gelir kaybedersin bu en kıymetlilerini. Aklına getirmeye bile dayanamadığın o anı, yaşarsın üzüntüsünü en derinden hissederek. Yüreğin yanar, için acır. Başını koyacağın dizi, sırtını dayayacağın koca çınarı bulamazsın artık. İşte o en sıkıntılı anında Peygamber Efendimizi hatırlarsın teselli için. O’nun bile fâni olduğunu, evladı Fatıma’nın da yaşadığı o büyük hüznü düşünür, boyun bükersin. Ve imdadına o an bir ayet yetişiverir “Bütün nefsler ölümü tadıcıdır.” meâliyle…
Onları kaybettiğinde daha iyi anlarsın kıymetlerini, daha çok üzülür, pişman olursun onlar hayattayken yapmadıklarına. “Keşke” leri sıralarsın bir bir…
Artık onlar için dua zamanıdır. Rabbine yalvarma, “Onları da cennetine nasip et Ya Rabbi!..” nidalarını yükseltmektir sessiz çığlıklarında.
Ödenebilir mi ana-baba hakkı?.. Ödenemez elbet. Hani derler ya “Kabe’ye kadar sırtında taşısan da ödeyemezsin haklarını.” diye. İşte onlar öyle yüce iki varlıktır ki ne yapsan da eksik kalır haklarını ödemede. Daha hayattayken kıymetlerini bilmek, onları kırmamak, üzmemek, “Öff !..” bile dememeyi becerebilmektir aslolan. Fırsat buldukça ziyaretlerine gidip sımsıkı sarılmak, göçüp gitmişlerse dualarımızı esirgememektir bize düşen…