Bu hayatta her şey insan için derler ya…
Doğrudur. Makamlar, mevkiler, şan, şöhret, servet…
Ve elbette hastalıklar, hüzünler, dertler, acılar, ölümler…
Her biri insan için.
Ama bazen insanın insana ettiği, kendi vicdanına ettiği zulüm; bütün bu fani nimetlerden de, belalardan da ağır geliyor.
Bir süredir Yozgat’ın yetiştirdiği önemli bir siyasetçi, Türk siyasetinin son çeyrek asrına damgasını vurmuş Bekir Bozdağ, çok ciddi bir sınavdan geçiyor.
Sağlık problemi nedeniyle tedavisi devam eden Bozdağ’ın, TBMM’de başkanvekili olarak yönettiği oturumda oldukça zayıflamış hali hepimizin yüreğini burktu.
O, memleketin tanıdığı bir isim olabilir; ama bizim için öncelikle hemşehrimizdir, bir insandır.
Dualarımızı eksik etmeyelim.
Siyasi görüşler, tercihler, kırgınlıklar bir yana…
Bir insan hastalıkla imtihan veriyorsa, ona dua etmek insani bir borçtur.
Biz de bu vesileyle, Sayın Bozdağ’a ve tüm hastalarımıza Cenab-ı Hak’tan şifa diliyoruz.
Rabbim hiçbir kulunu çaresiz bırakmasın.
Zira dua, insanın elinden gelen en güzel teslimiyettir.
Ve unutmayalım: bu dünyada ettiğimiz duanın da, bedduanın da karşılığı er ya da geç bizi bulur.
Bugün bu duanın ardından aslında hepimizin kendimize sorması gereken daha büyük bir soru var:
Biz ne kazandık, ne kaybettik?
Yanıt mı; çok şey kazandık ama her şeyi kaybettik…
Evet, çok şey kazandık belki…
Evlerimiz büyüdü, arabalarımız güçlendi, ekranlarımız renklenip inceldi…
Ama kalplerimiz daraldı, ilişkilerimiz soğudu, yüzümüzdeki tebessümün samimiyeti azaldı.
Çok şey kazandık ama çok daha fazlasını kaybettik.
Ne mi kaybettik?
Vicdanı kaybettik.
İmkanı kaybettik.
Zamanı kaybettik.
Bir de bu üçünün üzerine kurulmuş o güzel geçmişi kaybettik.
İnsani sıcaklığı yitirdik, soba sıcaklığına hasret kaldık.
Eskiden odun ateşinin çıtırtısında bile muhabbet vardı.
Şimdi doğalgazın sessizliğinde yalnızlık var.
Komşunun kapısını çalmayı, “yahu bizden bir isteği var mı?” demeyi unuttuk.
Bayram sabahı bir tepsi böreği paylaşıp, şeker toplayan çocukların kahkahalarını dinlemeyi unuttuk.
Kalabalık sofraları, bereketin kokusunu, sofradaki lokmanın duasını unuttuk.
Eskiden bir tabak dolma bile paylaşılırdı; şimdi kimse kimsenin gözünün içine bakmaz oldu.
Oysa insanın asıl zenginliği, sahip olduklarının toplamı değil, paylaştıklarının bereketidir.
Ama biz o bereketi kaybettik.
Çünkü paylaşmayı unuttuk.
Vicdan teraziden uzaklaşınca, dengesi bozulan bir toplum olduk.
Artık yanlışla doğrunun, helalle haramın, hakla haksızın sınırlarını karıştırıyoruz.
Büyüklerimiz bir bir göçüp giderken fark ettik aslında:
Ne zaman ki sofradan bir dua eksildi, o zaman tuz da tatsız oldu.
Ne zaman ki bir el, diğerine uzanmaz oldu, o zaman bereket çekildi.
Oturup düşünelim:
Bizim çocukluğumuzda elektriğin kesildiği akşamlar bile daha aydınlıktı.
Kandil gecelerinde komşudan gelen yağlı çörek kokusu, bütün sokağı doyururdu.
Şimdi ışık hiç sönmüyor ama içimiz karanlık.
Belki de teknolojiyle, modernlikle, hızla kazandığımız her şey, ruhumuzdan bir parçayı kopardı.
Soba başında edilen sohbetin yerini televizyonun sesi aldı.
Dertleşmek yerine mesaj atar olduk.
Kucaklaşmak yerine “emojilerle” sarıldık.
Ve sonra da “neden yalnızım?” diye sormaya başladık.
Aslında cevap çok açık:
Çünkü biz “birlikte” olmayı unuttuk.
Bugün dönüp geriye baktığımızda görüyoruz ki,
Büyüklerimiz bu dünyadan göçtüğünde sadece bir insanı değil, bir kültürü, bir değerler zincirini de uğurladık.
Paranın bereketi, sofranın tadı, kelamın hatırı onların ardından gitti.
Ve biz o gidişle fark ettik:
Ne kadar zengin görünürsek görünelim, aslında ne kadar fakir kaldığımızı.
Oysa insan, biriktirdikleriyle değil, yitirdikleriyle insandır bazen.
Bir tebessümü, bir selamı, bir duayı kaybettiğinde, aslında kendini kaybeder.
İşte o yüzden bugün, her şeyin ötesinde,
Biraz vicdan, biraz imkan, biraz zaman istiyoruz.
Yeniden insan olabilmek için.
Bir çayın yanında dost sohbetini,
Bir lokmanın bereketini,
Bir duanın huzurunu özledik.
Bu özlem sadece geçmişe değil, kendimize.
Çünkü insan, unuttuğu şeyi değil, kaybettiği şeyi özler.
Ve biz…
Kendimizi kaybettik.
Ama geç değil.
Bir “Allah razı olsun” diyebilmek, bir “hakkını helal et” diyebilmek,
Bir komşunun kapısını çalmak kadar yakın aslında yeniden başlamak.
Bu hayat gerçekten de insan için…
Ama insan, yeniden insan olmayı hatırladığı sürece.