Kibir, insanın kendini başkalarından üstün görmesiyle başlayan, zamanla kalbi körleştiren sessiz bir hastalıktır. Kibre düşen kişi, sahip olduklarını kendi emeğinin mutlak sonucu sanır; oysa çoğu zaman imkânlar, fırsatlar ve nasip göz ardı edilir. Bu bakış açısı, insanı hem çevresinden hem de hakikatten uzaklaştırır.
Kibir, önce dili bozar. İnsan, başkalarını küçümseyen sözler sarf etmeye başlar. Ardından davranışlara sirayet eder; dinlememek, anlamamak ve empati kurmamak alışkanlık hâline gelir. En tehlikelisi ise kibirin fark edilmemesidir. Kişi, kibirli olduğunu kabul etmediği sürece kendini düzeltme ihtiyacı da duymaz.
Oysa gerçek değer, üstünlük iddiasında değil; tevazuda saklıdır. Tevazu, insanın kendini yok sayması değil, yerini bilmesidir. Herkesin eksik ve muhtaç olduğunu kabul etmek, insanı hem olgunlaştırır hem de güzelleştirir. Kibir duvar örer; tevazu ise köprü kurar.
Kibre düşmemek için insanın zaman zaman kendine dönüp bakması gerekir. Nereden geldiğini, kimlerle yürüdüğünü ve kimlerin emeğiyle bugünlere ulaştığını hatırlamak, kibri törpüler. Çünkü insan, unuttuğu anda büyüdüğünü sanar; hatırladığında ise aslında ne kadar küçük olduğunu fark eder.
Sonuç olarak kibir, insanı yücelten değil; içten içe tüketen bir duygudur. İnsanı değerli kılan, başkalarından üstün olduğunu düşünmesi değil, başkalarına rağmen insan kalabilmesidir.