Memleket, kaynağındır, kaynaklandığın yerdir. Üzerinde sadece doğduğun değil, üzerinde ayağa dikilip yükseldiğin yerdir. Memleket, emek verdiğin değil; sana emek veren, üzerinde hak sahibi bir topraktır. İnsanın memleketi ile ilişkisi doğumla kurulduğu için anne-babasıyla ilişkisine benzer, bu ilişki anne-baba ilişkisi kadar güçlü, onun kadar önemli ve elzemdir. Bağlanma sorunu psikolojinin önemli başlıkları arasındadır. Anne ile bağlanma sorunu yaşayan çocuklar, yetişkinlik dönemlerinde hep güvenememe sorunuyla karşılaşır ve bu durum hayatının her alanında çarptığı bir duvar olarak kalır. Peki memleketle bağlanma sorunu yaşayan insanın, bir aidiyet sorunu, bir benlik sorunu, bu anlamda psikolojik olarak tahlile muhtaç bir yönü yok mudur?
Memlekette kuşlar ayrı cıvıldar, rüzgar farklı eser, güneş sanki her zaman doğduğu yerden doğmaz. Elma ağacından kopardığınız ekşi elma aslında çok tatlıdır. Çillenmiş, ceviz büyüklüğünde, tatlı çekirdek kayısının tadını zannediyorum sadece memleketinizde tatmışsınızdır. Aslında belki elmanın da kayısının da tadı diğerleriyle aynıdır ama farklı olan bir şey vardır. Her yerdekinden daha fazla keyif ve lezzet veren bir şey vardır; anılar. Memleket, hatıradır. Memleket, kocaman bir anı defteridir. İçinde, düşüp kolunu incittiğin ekşi elma ağacı da vardır; harman yerinde oynadığın çelik çomak da. Bellediğin bağ da vardır, gölgesinde oturduğun söğüt de. Sürdüğün tarla da vardır, uzandığın sedir de. Bütün bu hatıralar memleketin katığıdır. “Katık” bizim buralarda ayranın nispeten biraz koyusuna denildiği gibi, ekmeğin yanına karın doyurmak için yenilen şeylere de denir. Sadece ekmek, yavan kalır. Yavan ekmekle karın zor doyar.
Gözünüzün alabildiği her şeyin, hissedebildiğiniz her şeyin, duyduğunuz her şeyin üzerinizde bir hakkı vardır; Evinizde beslediğiniz kedinin karnını doyurmak, suyunu vermek, onun için uygun koşulları oluşturmak zorundasınızdır. Aynı şekilde saksınızdaki çiçek susuz kaldığı için ya da yeteri kadar güneş görmediğinden ölmüşse, -ceza yasalarında suç olarak tanzim edilmemiş ise de- bir çiçeğin katili sayılabilirsiniz.
Yaşayan her canlı yaşlandığı ve evrim geçirdiği gibi şehirler de köyler de memleket de yaşlanır. Bir köyün yaşlanması ilkin göçle başlar. Köyde “aradığını” bulamayan insan şehre göç eder. Köy geride kalır, şehre göçen ilk insanın başlattığı bir hikaye, köyü atıl, metruk bir hale sokar. Her şey sanayi devrimiyle mi başlamıştı? Makineyi icat eden, böyle bir dünya mı hayal etmişti? Yoksa insan mı –çoğu zaman olduğu gibi- ölçüyü kaçırmış, teraziyi şaşırmıştı bilmiyorum ama, artık köyde kimsecikler kalmamış, terkedilen evler viraneye dönmüş, harman yerinin eski coşkusu kalmamış, köy yer yüzünde elini eteğini gücü elvermediği için işten güçten çeken, elini çekince sözünü de çekmek zorunda kalan, susup köşesinde oturan, pencereden “bir gelen olur mu” diye yol gözleyen, bayramdan bayrama eli öpülen bir ihtiyara dönmüştür. İnsan, elini çekiyor viran ediyor; burnunu sokuyor harap ediyor.
Ya bir gün bu hatıralarımızı, çocukluk anılarımızı yazdığımız anı defterimizi kaybedersek, bir gün hak vaki olup köye hatrına gittiğimiz, babannemiz, amcamız, dostumuz hakkın rahmetine kavuşursa, içimizde kocaman bir boşluk doğmayacak mı? Artık o, dişlerimizi kamaştırsa da dalından koparıp kütür kütür ısırdığımız elmanın tadını bulamamak noksanlık olmayacak mı hayatımızda?
İnsanın Kalu bela’da Yaradan ile imzaladığı misak gereği iyilik üzere olma zarureti vardır. Ve insan iyilik üzere olmadığında sözleşmeyi ihlal ettiği için önce Yaradan ile arasında, sonra insan ile arasında, sonra tabiat ile arasında varolan/olması gereken uyum bozulur. Ve bu uyumsuzluk hali insanın ruhunu kuşatır. İnsanın memleketi ile ilişkisi, doğumla kurulduğu için aynı zamanda Yaradan ile ilişkisidir; memleket, bir mekan ve yer olduğu için aynı zamanda tabiat ile ilişkisidir; ve memleket insan unsurundan ayrı düşünülemeyeceği için aynı zamanda insan ile ilişkisidir. Yani evet, insanın memleket ile ilişkisini Kalu bela’ya ve elest bezmine dayandırıyorum.