Efendim, Yozgat’ı konuşalım bu hafta.
Konuşalım ama gerçekten konuşalım.
Yani kelime tüketip cümle üretmeyen türden değil.
Şehir gibi konuşalım.
Sessiz, derin, yorgun.
Geçtiğimiz gün Sarıkaya’daydık, sokak sokak gezdik, mikrofonu uzattık.
Dedik ki “Ne düşünüyorsunuz?”
Cevap mı?
Sessizlik.
Ama öyle tatlı, huzur veren bir sessizlik değil bu...
İçine söz düşmüş ama çıkmak istemeyen cümlelerin, korkunun ve bıkkınlığın sessizliği.
Sahi, Neden Kimse Konuşmak İstemiyor?
Ben soruyu sordum, mikrofonu uzattım.
Adam bana baktı.
Ben adama baktım.
Mikrofon elimde taş gibi ağırlaştı.
Konuşmadı.
İnsan neden konuşmaz?
Cevabı mı?
Çok basit: Siyaset artık fikir değil, taraf belirliyor.
Ve insanlar, kaybetmekten değil; linç edilmekten korkuyor.
Ayrışan tarafta kalırsan düşman sayılıyorsun,
Ortada kalırsan yok sayılıyorsun.
Bir tek alkışlayınca kıymetin biliniyor!
Eskiden insanlar kahvede fikir tartışırdı, şimdi “Fikrimi söylesem bir yerlere mi çekilir?” korkusuyla çayını sessiz içiyor.
Bizim memlekette ne zaman biri başını toprağa gömdü, kendini görünmez sandı.
Ama bilmez ki asıl görünmez olan, kafasını gömmeyen ama sesini kaybetmiş olanlar.
KADINLARIN SÖZÜ:
DUYANA İSYAN,
DUYMAYANA DUA
Sarıkaya’da bir genç kadın:
“Yeterince bina yaptılar, yeter artık. İş olsun! Kadınlar da çalışsın. Özel çocuğum var, onun tedavisine destek olmak istiyorum.”
Buyurun size Türkiye’nin Yozgat’tan duyulması gereken sesi.
Kadınlar artık sosyal yardım değil, iş ve imkan istiyor.
Ve bence en anlamlı siyaset, o annenin çocuğuna bakarken söylediği “Yeter artık” sözüdür.
Yine başka bir kadın:
“Bulunduğum ilçe güzelleşsin istiyorum. Şirin, bakımlı bir yerde yaşamak hakkımız değil mi? Sadece Sarıkaya değil, Yozgat merkezi de yorgun görünüyor.”
Bak bak...
“Yorgun görüntü...”
Ne kadar da güzel tarif etti durumu.
Şehir sadece yollarıyla, kaldırımlarıyla değil; ruhundaki bitkinlikle de yaşlanmış.
Binalar gri, yüzler soluk, sokaklar sessiz.
Sanki herkes içinden “ben zaten bir şey değişmeyecek” demiş de, susmuş.
Bir Amca Vardı... Koca Yozgat’ı Özetledi
Derken, bir amca çıktı karşımıza.
Önce sustu, sonra konuştu.
“Evladım,” dedi, “İş versinler, aş versinler. Gençler büyükşehirlere mahkum olmasın. Asgari ücrete boyun eğmesin. Bu topraklardan kaçan değil, bu toprakta umut arayan genç olsun.”
İşte orada içime oturdu söz.
Çünkü bu cümle sadece Sarıkaya’nın değil,
Sorgun’un, Yerköy’ün, Çayıralan’ın da çığlığı.
Gençler gidiyor…
Ve kalanlar, her sabah kahvede bir sandalye daha boşalıyor diye iç çekiyor.
Ya Umut? Hala var mı?
Var elbette.
Ben umut olmasa yazmazdım zaten.
Ama umut yeşermez toprak sulanmazsa.
Siyaset, afişlerde değil; omuz omuza yaşamakta anlam bulmalı.
Sadece yol yapmakla, bina dikmekle şehir kalkınmaz.
Şehir, insanların içini de güzelleştirmeli.
Bir parkın ortasında nefes alan çocuk, bir minibüs durağında hayal kuran genç, bir kahvede başını kaldırıp “Ben varım” diyen ihtiyar varsa, o şehir canlıdır.
Ama önce…
İnsanların konuşmaya cesareti olmalı.
Korkmadan, taraf olmadan, sadece kalbinden geçenle konuşmalı.
Mikrofon bizde, söz sende Yozgat!
Bugün mikrofon elimizdeydi, yarın senin elinde olabilir.
Ama ne olur…
Bu şehri susarak değil, konuşarak güzelleştirelim.
Yozgat’ın sessizliğini yazmaya devam edeceğim.
Ama içimden geçeni de söylemeden geçemem:
Bir şehir ancak konuşan insanlarıyla dirilir. Ve biz hala konuşabiliriz Yozgat.
Yeter ki “görünmeyeni” görmeyi isteyelim.