Geçtiğimiz hafta sonu, Anadolu’nun sesi olan basın mensuplarıyla birlikte Anadolu Türkiye Basın Federasyonu’nun düzenlediği kahvaltıda Ankara’da bir araya geldik. Samimi bir ortamda gerçekleşen buluşmanın merkezinde, bugün muhalefetin ama aynı zamanda Türkiye siyasetinin en dikkat çekici isimlerinden biri olan Ali Babacan vardı. Konu başlıkları sıradandı belki; ailesi, siyasete girişi, AK Parti yılları, bugüne bakışı… Ama konuşmanın tonu sıradan değildi. Orada hissedilen şey, siyasetin uzun süredir kaybettiği bir kavramdı: göz nuru.
Babacan ailesinin hikayesi 1920’lere, esnaflıkla yoğrulmuş bir ahlak zeminine dayanıyor. Ticaretle büyüyen, kazancı kadar itibarını da korumayı öğrenmiş bir gelenek… Belki de bu yüzden Babacan’ın siyasetle kurduğu ilişki, koltukla değil sorumlulukla tarif ediliyor. 34 yaşında devlet bakanı olduğu gün, bunu televizyondan öğrenen bir isimden söz ediyoruz. Bugün bakan olmak için kapı kapı dolaşılan, CV’lerin vitrine dizildiği bir dönemde bu tablo başlı başına düşündürücü.
AK PARTİ’Yİ BİLEN, SİYASETİ AŞAN BİR HAFIZA
Ali Babacan’ı farklı kılan temel nokta, AK Parti’yi içeriden bilen ama onu kutsallaştırmayan bir siyasi hafızaya sahip olması. Eleştirdiğinde sevgiyi kaybetmeyi göze alabilen, savunduğunda ise gerekçesini açıkça ortaya koyan bir duruş… “Benden olsun, nasıl olursa olsun” anlayışını reddeden irade tam da burada belirginleşiyor. Bugün siyasi partilerin zayıflamasının, kadroların dağılmasının temel sebebi bu anlayış değil mi?
Babacan’ın konuşmasında dikkat çeken bir başka nokta da temsil meselesiydi. İçeride en sert eleştiriyi yaparken, yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti’nin menfaatlerini önceleyen bir çizgi…
Muhalefette olmanın, devlete mesafe almak anlamına gelmediğini ısrarla vurguluyor. Bu, Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir denge. Oysa siyaset dediğimiz şey, tam da bu dengeyi kurma sanatı değil mi?
AK Parti yıllarını yaşamış, iktidarın ağırlığını taşımış bir isim olarak sorumluluğun ne demek olduğunu biliyor. Belki de bu yüzden hala köyündeki bir partilinin hassasiyetiyle konuşabiliyor; büyüklüğü bağırarak değil, sakinlikle gösteriyor. Siyasette nezaketin zayıflık sayıldığı bir dönemde bu, ciddi bir fark.
YARINLARA DAİR AKILCI BİR İTİRAZ
Bu buluşmadan çıkan en net tablo şuydu: Türkiye’nin yarınları için itiraz etmek yetmez, itirazın bir aklı ve ahlakı olmak zorunda. Babacan’ın çizgisi tam da buraya oturuyor. Popülizme yaslanmadan, hamasete kaçmadan, rakibini şeytanlaştırmadan siyaset yapma iddiası… Bu kolay bir yol değil, kısa vadede alkış da getirmeyebilir. Ama uzun vadede devlet geleneği dediğimiz şey, tam da böyle inşa edilir.
Ankara’yla sınırlı gibi görünen bu sohbet; Yozgat’ı, Kırıkkale’yi, Kırşehir’i, Sivas’ı, Çorum’u yakından ilgilendiriyor. Çünkü mesele bir kişinin siyasi kariyeri değil, siyasetin nasıl yapılması gerektiği. Gönül kapısı açık ama devlet duruşu net bir çizgi…
Bugün muhalefette böyle bir dilin mümkün olduğunu görmek, en azından umut verici.
Siyaset yarın nereye evrilir bilinmez. Ama şurası açık: göz nuru dökülmeden, ahlak zeminine basmadan kurulan hiçbir yapı kalıcı olmuyor. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey de tam olarak bu; bağıran değil düşünen, yıkan değil onaran bir siyaset aklı. Babacan’ın anlattıkları, bu ihtiyacın hâlâ diri olduğunu gösteriyor.