İlk gençlik zamanlarımızda, talebelik yıllarımızın heyecanlı demlerinde, kitapların peşinde iz sürerken karşılaştığım ilk isimlerdendi Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir hocaefendi. Çevremizde, bir Yozgatlı olduğu ve fevkalâde saygıya lâyık bir hoca olduğunu sürekli duyardım. Bu sebeple ona karşı peşin bir yakınlık ve hürmet hissi içindeydim. Arayışlarla geçen talebelik serüveni içinde okuduğumuz kitaplarında samimiyet, ciddiyet ve muhabbet akıyordu adeta. Asır-dîde Şeyhzâde Ahmed Efendi hazretlerinin, hocamız hakkındaki; “Mehmet Yaşar bey tam bir Peygamber âşığıdır. Güzel ahlak timsâli ehil bir âlim görmek isteyen ona baksın!” şeklindeki takdir ifadelerini de duymuştum. Yakın arkadaşlarının ondan bahsederken; “Yozgat İmam Hatip Lisesi’nin 1. öğrencisidir ve birinciler birincisidir!” ifadelerindeki letâfet ise süreklilik arz ediyordu.
Hocalık, sadece çok bilgili olmak demek değil, bilginin güzel ahlâk, yüksek karakter ve kemâl nasibi bir hâl ile birlenmesinden ibaret makam olduğu gerçeğini takip ederken, Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir beyefendi hocamızın ismine, işte böyle bir hâlet içinde âgâh olmuştum.
Vaktiyle, meşhur İslam Hukuku hocalarından Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir ve daha başka pek çok hocamızın bulunduğu bir dost meclisine denk gelmiştim. Arkadaşlarımızdan birisi; “Hocam hadis-i şerifte buyurulur ki…” diye başlayarak, Prof. Hayreddin Karaman Hocaefendiye bir soru sordu. Belli ki arkadaşımız rivayetin sıhhat derecesinden haberdâr değildi. Hayrettin Efendi; “Evvela naklettiğiniz rivayetten başlayalım: “O hadis değil, hadis olmadığı için şerif değil. Uydurmadır...” diyerek konuya açıklık getirdi. Bir noktaya gelince durdu. Bu konuları Yaşar Efendi daha iyi bilir. O Muhaddistir ve onun olduğu yerde bize söz düşmez.” deyip söze mim koydu ve sözü sahibine devretti. O da, mütebessim bir sima ile; “Estağfurullah, buyurun efendim…” deyip nezaketle sözü iade etti. Esasen, hocalarımızın âdap ve usûl konusundaki hürmetkârlıkları ve hukuka riâyetkârlıkları dersti tabiî ki. O gün Hocaefendiye karşı gösterilen fevkalâde hürmetin yıllar önce kitaplarından okuyarak gıyabında gösterdiğim hürmetin teyidi olmasına da ayrıca sevinmiştim.
Hocamız ve emsâli o kuşak, Türkiye’nin bugün belli bir noktaya gelen ilahiyat birikimin en hayırlı semerelerindendir. Din eğitiminin kesintiye uğradığı bir kısa zaman diliminin ardından hem kendilerini ciddî surette yetiştirmek hem de bir an evvel ilim yolcularına rehberlik etmek gibi bir mecburiyetleri vardı. Yol büyüklerimizin hizmete başladıkları zamanlarda talebenin elinin altında bulunması gereken bir Arapça-Türkçe sözlük bile yoktu. Temel dini eserlere ulaşma hasreti içinde nice Hocaefendinin ve yeni ilim yolcusunun yılları eskiyordu. Bu zamana uygun, anlaşılır bir din dili geliştirme zarureti sadece hayalden ibaretti. Sağlam din bilgisi ve ahlak eğitimi hizmetkârlarını bekliyordu. Bu hengâmede memleketin her tarafında Osmanlı bakıyyesi Hocaefendiler sessiz sakin talebe okutmaya ve hâfız yetiştirmeye çalışırken, bir yandan da akademik din eğitiminin temellerini atmak için gayret sarfediliyordu. Nice ilim yolcusunun da Kahire, Bağdat ve Şam’a gitmesi teşvik ediliyordu. Çok şükür emekler zâyi olmadı ve ekilen yetişti. Yetişenler de kendilerinden sonrasını yetiştirdi.
İşte Mehmet Yaşar Kandemir Hocaefendi bu muazzam gayretlerin neticesinde bu ülkeye, milletimize ve İslâm’a armağan edilen fevkalâde kıymetlerdendir.
Tabiî ki onun hayatı cümlenin malumu olmakla birlikte, biz de sadece âdet yerini bulsun diye resmî hâl tercemesine dair birkaç satırbaşını zikredelim:
Aziz büyüğümüz Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir Hocaefendi, Yozgat’ın İnceçayır köyünde 10 Aralık 1939 tarihinde doğar. Köyün imamı olan babası, o zamanlar âdet olduğu üzere, doğum tarihini Kur’ân-ı Kerîm’in kenarına milâdî, hicrî ve rûmî olarak yazar. Ailesinin tek çocuğudur. Ailesi, ilkokulu bitirince 1952’de Yozgat’a göçer. Kur’an kursunda okumaya, ardından hâfızlığa başlar. 1953 yılının sonlarında Yozgat’ta İmam Hatip Okulu açılınca ilk olarak okula kaydettirilir. Bundan dolayı mezun olana kadar numarası hep “1” olarak kalır.
Yozgat’ta İmam-Hatip Okulu’nda okurken, Şeyhzâde Ahmed Efendi hazretleri derslerine girer. Yozgat Müftüsü Hüseyin Avni Bayraktar Hocaefendiden, Müftü Mehmed Hulusi Efendi’nin yetiştirerek icazet verdiği hocalardan Ömer Faik Boran beyden, Gevrekzâde Yusuf Efendi’den, Yozgat Vaizi Ömer Lütfi Zarasız’dan ders okuyarak Arapça ve Farsça’sını ilerletmeye çalışır. Bayezid Dersiâmlarından Yozgat Müftüsü Mehmed Hulusi Efendi ile de tanışır. Hulusi Efendi’nin zengin kütüphanesine hayran kalır.
Mehmet Yaşar Hocaefendi, Yozgat’ta kendilerinden istifade ettiği hocaları arasında bilhassa bir güzideler güzidesi olan Şeyhzâde Ahmed Efendi hazretlerine derin hürmet ve muhabbetle bağlıdır. İmam Hatip yıllarına dair hatıraları arasında şunları zikreder:
“Ahmed Efendi hocamın hayatımda ayrı bir yeri vardır. İmam-Hatip Okulu’nda siyer ve ahlâk, akaid ve tefsir derslerimize geldi. Talebe üzerinde son derece etkili bir öğretmendi. Nur damlayan pırıl pırıl sîmâsı ve mütebessim yüzü bizi kendisine hayran bırakırdı. “Allah” deyince, her defasında bütün vücudu titrerdi. Biz de hoca yine titreyecek mi diye, içinde Allah sözü geçen sorular sorardık. Hemen her defasında, belki on kere, belki yirmi kere titrerdi. Elbette bu, iradî olarak yapılabilecek bir şey değildi. Kalbimizden geçeni bilir diye, ders boyunca yanlış bir şey düşünmemeye çalışırdık.
Ahmed Efendi hocam aynı zamanda dedelerinin yaptırdığı Şeyhzâde Camii’nin de fahrî imamıydı. Haftada bir defa, özellikle ikindi namazlarını orada kılardım. Bazen başkalarıyla birlikte, bazen sadece beni bahçeye davet ederdi, orada sohbetini dinlerdik. Bahçede veya yalnız olduğumuz zamanlarda kendisinden evliya menkıbeleri anlatmasını isterdim. Hocası Dedikhasanlı Şâkir Efendi’nin hallerinden ve kerâmetlerinden çok söz ederdi.”
Hocaefendi, Yozgat’tan ayrılıp İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne gittikten sonra da Aziz Şeyhzâde hazretlerine gönül bağı devam eder. İstanbul’a giderken Ahmet Efendi’nin selâmını Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Efendi’ye götürür, Yozgat’a dönerken de Sâmi Efendi’nin selâmını hocasına getirir.
Böylesi bir muhabbet çizgisinde gidiş gelirler zaman içinde devam eder. Hocamız, şu muhabbet yüklü satırlarla not düşer tarihe:
“Yetişmemde ve şahsiyetimi bulmamda gönüllerin tabibi olan hocamın büyük etkisi olmuştur. Bir defasında kızımın hastalığından söz etmiştim. Şu kıssayı anlatarak beni teselli etmişti: Padişahla veziri tebdîl-i kıyafet edip memleketi dolaşmaya çıkmışlar. Yolda padişah susamış, vezirden su istemiş, vezir sularının tükendiğini söylemiş, sultanın hararetini teskin etsin diye bir salatalık soyup ikrâm etmiş. Padişah salatalığı ısırıp da zehir gibi acı olduğunu görünce onu öfkeyle vezire uzatmış; “Al, sen ye!” demiş. Vezirin yüzünü bile buruşturmadan yediğini görünce hayretle sormuş: “Acı değil mi o?” Vezir boyun bükmüş: “Acı ama padişahım, Sen ye buyurdun! demiş.” Bu ibret dolu kıssa hem beni rahatlattı, hem de ben o kıssa ile pek çok insanın rahatlamasını sağladım.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde hoca olduğum yıllarda iki arkadaşımla birlikte İmam Nevevî’nin Riyâzü’s-sâlihîn adlı hadis kitabını tercüme ve şerh etmeye başladığımızı söylemiştim. Bu habere pek sevinmiş, daha sonraki ziyaretlerimde, her defasında bu çalışmanın ne safhada olduğunu sormuştu. Yazılması yedi yıl süren eseri sekiz cilt halinde tamamladığımızda hocam rahatsızlanmıştı. Bu sebeple kitabımıza hocamın elini öptürmek nasip olmamıştı.
Hocam bayram tebriklerime hep o güzelim yazısıyla mutlaka cevap verirdi. Bir defasında, tebriğime bir ilkokul çocuğunun yazısıyla cevap yazdığını görünce, artık hocamın yazmakta zorlandığını anladım ve tebriklerimle onu cevap vermeye mecbur etmemeliyim diye düşündüm. Hastalanmadan bir müddet önceydi. Bir yaz tatilinde kalabalık bir arkadaş grubuyla ziyaretine gittiğimizde, kendisine bayram tebriki göndermediğim için bana sitem etti. “Ama efendim, tebrikime bir çocuğun yazısıyla...” diye gerekçemi arzedince, “O benim meselem” dedi. Hocamı kırdığımı düşünerek çok üzüldüm. Daha sonraları sevgili hemşehrim Osman Sezgin’den hocamın benim hakkımdaki teveccühünü duyunca, o zengin gönlünde fakire de bir yer ayırmasına derecesiz sevindim.
Ahmed Efendi hocamı sevenler onun aydınlık yüzüne baktıkça ferahlar, Müslüman olmanın güzelliğini hissederlerdi. Onun ışıl ışıl yüzüyle aydınlanan insanlar, mübarek elini öpmenin şerefiyle bahtiyar olurdu. İnsanların onu böylesine sevmesinin elbette bir sırrı vardı. Bu sır, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin buyurduğu gibi, onu önce Cenâb-ı Hakk’ın sevmesi, sonra kullarına sevdirmesiydi. Hocam da bir hayat boyu insanlara Allah’ı ve Peygamber Efendimiz’i sevdirdi. Allah şefâatine nâil eylesin.”
Hocamız, İmam-Hatipte okurken 17-18 yaşlarında evlendirilir. Bir taraftan da maişet için hem okur hem çalışır.
1960 yılında Yozgat İmam-Hatip Okulu’ndan mezun olduktan sonra İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü imtihanlarını kazanır. İstanbul’da çok değerli hocalar tanır. Celal Hoca diye meşhur Mahmut Celalettin Ökten, Diyanet İşleri Başkanı ve İstanbul Müftüsü olan Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi, Sultan Abdülhamit Han’ın hafızlarından olan Yeraltı Camii İmamı Üsküdarlı Hafız Ali Efendi, Muallim Mahir İz, Ahmed Davudoğlu, Güzel Sanatlar Akademisi hocalarından hattat Abdülhalim Özyazıcı’dan istifade eder.
Bunların yanı sıra, dünyaca meşhur alimlerden Muhammed Hamidullah Hocanın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde konferans tarzında verdiği derslere katılır ve devamlı notlar alır. Fatih’teki Türkiye-İran Dostluk Cemiyeti’nde verilen Farsça dersine, Beyoğlu’ndaki Türkiye-Fransız Dostluk Cemiyeti’nde verilen Fransızca kurslarına katılır.
Hocamız, bereketle geçen talebeliğinin ardından, Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Sivas İmam Hatip Okulu’nda üç yıl öğretmenlik yapar.
Yüksek İslâm Enstitüsü’nden sınıf arkadaşı Selçuk Eraydın ile -Allah rahmet eylesin- “Niye başkalarının yazdığı Din Bilgisi kitabını okutuyoruz da onu kendimiz yazmıyoruz?” diyerek o zamanlar Orta I ve Orta II’de okutulan Din Bilgisi kitabını yazarlar. Kitapları Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu kabul eder ve kitaplar ortaokullarda yıllarca okutulur. Daha sonra bu iki arkadaş beraberce İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne asistan olur. Bu defa liseler için de Din Bilgisi kitabı yazmaya karar verirler ve Dinî Psikoloji ve Pedagoji asistanı olan arkadaşları Selahaddin Parladır’ı da aralarına alarak Lise I ve Lise II için Din Bilgisi yazarlar. Bunlar Hocaefendinin ilk eserleri olur.
1967 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde asistan olur. 1967-70 yılları arasında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde hadis asistanı olarak çalışır. Bir ara Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’ne tayin edildiği için iki yıl da Kayseri’de hocalık yapar. Tekrar İstanbul’a döner. Devrin her bakımdan zor şartları gereği doktorasını 1977’de tamamlar. 1972’de askerliğini yapar.
İmam-Hatip Okulu’nda öğretmenliği ve Yüksek İslâm Enstitüsü’nde asistanlığında, dersler vererek kitaplar yazarak bu müesseseleri iyileştirmek için uğraşır.
Bir yazar olarak daha o yıllarda dikkat çeken Hocaefendi, Gönül Doktoru adlı romanını askerde yazar. Bu kitapla, o sırada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açtığı ve Ahmet Kabaklı, Sâmiha Ayverdi ve Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun jüri üyesi olduğu roman yarışmasına katılır ve kitap dereceye girer.
Askerlik bittikten sonra İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne Hadis ve İslam Ahlâkı hocası tayin edilir.
Örneklerle İslâm Ahlâkı kitabını yazar. Sonraları bu kitapta bazı değişiklik yapar ve Özlenen Gencin Örnek Ahlâkı adıyla tekrar yayınlanır.
Hocamız, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde hocalık yaparken, Notre Dame de Sion Özel Fransız Kız Lisesi’nde derse girer. 1976-1977 yıllarında, iki yıl orada hocalık yapar ve kendi Din Bilgisi kitabını okutur. Okuldaki rahibelerin elinde Hazreti İsâ hakkında yazılmış, resimlenmiş ve basılmış kitaplar görür ve inceler.
Bütün memlekette çocuklarımızın muhatap olduğu yangını fark eder. Bunun üzerine çocuklara dinî kitaplar yazmaya karar verir. 1980’den itibaren fevkalâde ciddî bir ihtiyaç olduğu için çocuk kitapları yazmaya başlar.
1982’de Yüksek İslam Enstitüsü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi adını alınca, o tarihte fakültede doktor olan on bir arkadaşıyla yardımcı doçent olur. 1987’de doçentliğe, 1991’de profesörlüğe atanır.
1999 yılında hayalindeki kitapları yazabilmek için normal emeklilik süresinden yedi yıl önce emekli olur.
Aziz Hocamız, 1983 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın isteği üzerine beş arkadaşıyla birlikte, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ni hazırlamaya başlarlar. Yakın arkadaşı Tayyar Altıkulaç Hocanın ısrarı ile çıkılan hayırlı yolda, Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu, Mehmet Yaşar Kandemir, İsmail E. Erünsal ve Mehmet İpşirli’nin peşi sıra pek çok ilim adamı kervana katılır ve otuz üç yıl sonra, bu dev eser kırk dört ciltte tamamlanır. Daha sonra iki ek cildi daha çıkarılır ve böylece ansiklopedi kırk altı cilde ulaşan muazzam bir hazine olarak millete hediye edilir.
Aziz Mehmet Yaşar hocamız, İslâm Ansiklopedisi’nde yüz doksana yakın madde yazar. Bir kısmı hadis sâhasında oldukça önemli maddelerdir. “el-Câmiu’s-sahîh” adlarıyla yayımlanan Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim maddeleri, “İbn Hacer el-Askalânî” maddesi böyledir. İmâm Buhârî dışındaki Kütüb-i Sitte imamlarını, Kütüb-i Sitte’nin her birini ve birçok önemli muhaddisi kaleme almak ona nasip olur.
Hocamız çalışmaya devam eder. Arkadaşları Raşit Küçük ve İsmail Lütfi Çakan hocalarla beraber Riyâzü’s-sâlihîn’i şerh etmeye başlarlar. Yedi yıl sonra sekiz cilt halinde yayınlanır.
Daha sonra Halit Zavalsız ve Ümit Şimşek’in de katkısıyla Âyet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’ân-ı Kerîm Meâli’ni iki cilt halinde hazırlarlar. Bu açıklamalı meâl de tıpkı Riyâzü’s-sâlihîn Şerhi gibi fevkalâde ilgiye mazhar olur.
Bu sefer de Mehmet Yaşar Efendi, bir başka hayrın kapısını daha açar: 2005 yılında, Eyüp Sultan Câmii’nde, Peygamber Efendimiz’i, hayatı dışında bütün özellikleriyle en geniş şekilde anlatan ve İslâm dünyasında asırlardan beri okunan ve okutulan bereketli bir eser olan Şifâ-i Şerif’i okumaya başlar. Elhamdülillah, cami dersleri hâlâ devam ediyor.
Şifâ-i Şerîf’i birinci defa bitirince, yine Fahr-i Kâinat Efendimiz’i fizikî ve ahlâkî özellikleriyle anlatan İmam Tirmizî’nin Şemâil-i Şerîf’ini okumaya başlar. Bu da iki yılda tamamlanır. Her iki kıymetli kitap da neşredilir. Daha sonra İmam Buhârî’nin el-Edebü’l-müfred’ini tercüme ve şerh eder. Bu kitap da iki cilt hâlinde basılır.
Bu arada muhtelif kitaplar yazmış olmakla birlikte bunlar arasında en çok okunan kitaplarından biri Peygamberimin Sevdiği Müslüman’dır. Kitap, altmış üç konuda İslamiyet’i anlatır.
Hocaefendinin boş geçen ânı olmadığı için okumaya, okutmaya ve yazmaya devam eder. Altınoluk dergisinde yirmi yıl süreyle “Canım Arzular Seni” köşesinde Peygamber Efendimizi anlatır. Böylece Canım Arzular Seni, Canım Kurban Olsun Senin Yoluna, Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed, İki Cihan Güneşi, On Sekiz Bin Âlemin Mustafâ’sı adlarında beş kitap ortaya çıkar. Bunlardan başka Peygamberimizden 101 Hatıra, Sahâbeden 101 Hatıra ve Hayatımıza Peygamber Modeli gibi kitapları da vardır. İmâm Nevevî’nin el-Ezkâr’ını ve yine onun Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl okunması gerektiğini anlattığı et-Tibyân adlı eserini tercüme ve kısaca şerh etmiştir.
En son yazdığı üç kitap ise şunlar: Elhamdülillah Müslümanım, Hadis Karşıtları Ne Yapmak İstiyor ve Peygamber Düşmanları Ne Demek İstiyor.
Hocaefendinin ömrü bereketlidir. İlim yolcularının ve Ümmet-i Muhammed’in ilmî ve fikrî ihtiyaçlarına yönelik çok büyük hizmet etmiştir.
Büyük alim Mehmet Yaşar Efendi, tam bir maarif sandığıdır. Onun muazzam ilmiye geleneğine yaslanmanın şuuru içinde, okuyup öğrenmenin, bilmeyenlere öğretmenin, ilim ve fikir cephesinde rütbe almışlara yeni şeyler söylemenin, problem çözmenin, kafa karışıklığına set çekmenin, hadis karşıtlarına had bildirmenin, akademik rütbesi ilminden büyük bazı ilahiyat bilim insanlarının savrulmalarına ihtar vermenin, yanlışı düzeltmenin ve bütün bunları yaparken de pür-edeb bir üslûpla hitap ediyor olabilmenin ayrıcalığına sadece saygı duyulabilir.
Aziz Hocaefendi, semere-i hayatın hayırla yâd edilme nimeti olduğu gerçeğinin gayrete ve hizmete bağlı tecellisinin mümtaz bir timsalidir. Okumayı, yazmayı, sohbeti hayır ve hatır kapılarının açılmasına vesile olacak mehabette sürdürüyor.
Fevkalâde çalışkan ve üretken bir has kul olan Hocamız, kendisine bahşedilen ilim ve ömür nimetini takva ile tatlandıran bahtlı kâmil insan olarak, Fahr-i Kâinat Efendimizin mukaddes hayat-ı seniyyelerinden hayat ölçüleri ile nesillere rehberlik yapmaya devam etmektedir.
Okuyup yazmayı, sohbeti ve insanlığa borç ödemeyi terk eden nice namlı akademisyen hocayı görünce üstadımızın çalışkanlığı karşısında, onun gıpta edilen bir devr-i kadim efendisi oluşunu ifade etmekten geri duramıyoruz.
Hocamızın hayatına ve eserlerine dair bana göndermek nezaketini gösterdiği uzun yazıdaki “Hemşehrilerimle Hasbihal” başlıklı son kısım, bahsimize hâtime olsun:
“Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yaşlı bir hocamız vardı, Allah rahmet eylesin. Beni Yozgat’lı olduğum için sevdiğini söylerdi. Yozgat’a düşman ayağı basmamış temiz toprak diye hayranlık duyardı. Güzel Yozgat’ımız’ın insanı da Yozgat gibi güzel, temiz, saf ve değerlidir. Biz atalarımızın o ruh temizliğini ve saflığını korumaya, yavrularımızı mânevî duygularla yetiştirmeye çalışmalıyız.
Çocuklarımıza bizim ilk atayurdumuzun cennet olduğunu, bu dünyaya cenneti yeniden kazanmak için gönderildiğimizi öğretmeliyiz. Bu konuda başarılı olmak için de ailemizle birlikte haftanın iki üç günü, yarım saat veya bir saat süreyle dinî kitaplar okumak ve sohbet etmek için bir araya gelmeliyiz. Çocuklarımızın seveceği kitapları titizlikle seçmeli, bu kitapları onlara okutup dinlemeliyiz.
Namazlarımızı aksatmamalı, çocuklarımızı erken yaştan itibaren onları severek, okşayarak namaza alıştırmalı, evde cemaatle namaz kılmaya çalışmalıyız. İnancımıza ve ahlâkî değerlerimize düşman olan kimseler genç nesillerimizi bizden ve mânevî değerlerimizden koparmak için uğraşıp duruyorlar. Meydanı onlara bırakmamalıyız.
Bütün hemşehrilerime derin muhabbetlerimi sunarım.”
Allah’tan, Hocamıza sıhhat ve afiyet için daha nice bereketli eserler vermeyi nasip etmesini niyaz ediyorum. Umudum, Hocaefendinin kudret-i kalemiyesinden bir Buhârî Şerhi’ne kavuşmaktır.