Yoğunluk mazeret midir, sorumluluk mudur?

Abone Ol

İnsanları dinleyebilmek, dinlerken anlayabilmek… Zor mu gerçekten?
Hele ki yöneticiler için… Adı siyasetçi olsun, bürokrat olsun, iş insanı olsun fark etmiyor. Günümüz dünyasında artık “yoğunluk” bir kavram olmaktan çıktı, bir yaşam biçimine dönüştü. Zamanın akışı hızlandı, gündem saniyeler içinde değişiyor, bir gün içinde onlarca toplantı, yüzlerce mesaj, binlerce karar alınması gerekiyor.
Ama bütün bunlar bir mazeret midir?
Artık hepimiz biliyoruz ki, teknolojiyle birlikte hız kazanan hayat, insana kolaylık değil çoğu zaman yorgunluk getirdi. Sadece ailesi ve işi arasında denge kurmaya çalışan bir birey bile hayatın temposuna yetişemiyorken, bir yönetici nasıl yetişsin diyebilirsiniz.
Ama yine de; “yoğunum, o yüzden ulaşamadım, o yüzden dinleyemedim” cümlesi hiçbir yöneticinin sözlüğünde yer almamalı. Çünkü bu makamlara gelirken o sorumluluğun, dolayısıyla yoğunluğun da bilinciyle gelinir. Bu yükü taşımak, o görevin doğasında vardır.
Bir yöneticinin görevi sadece karar vermek değildir; aynı zamanda insanları anlamak, dertleri dinlemek, sorunları çözmek, çözüm bulamasa bile muhatabına kulak vermektir. Vatandaşın gözünde “devlet” demek, çoğu zaman o makamda oturan kişi demektir. O yüzden, “yoğunluk” vatandaşla arasına mesafe koymanın bahanesi olamaz.
Biz gazeteciler, görevimizin gereği olarak yöneticilerle doğrudan temas kurma fırsatına sahip oluyoruz. Kimi zaman bir haber vesilesiyle, kimi zaman bir kriz anında onların kapısını çalabiliyoruz. Fakat bizlerin ulaşabilmesi, vatandaşın da ulaşabildiği anlamına gelmiyor.
Tam aksine, toplumla yöneticiler arasındaki mesafe büyüyor. Dijital çağla birlikte herkesin birbirine “ulaşabilir” hale geldiği bir dönemde, ironik biçimde yöneticiler daha “ulaşılmaz” hale geliyor.
Bir de bu tabloya, yöneticilerin çevresinde oluşan o görünmez duvarı ekleyin…
Çoğu zaman “danışman”, “asistan”, “özel kalem”, “yakın çevre” gibi unvanlarla anılan bu kişiler, görevleri gereği iletişimi kolaylaştırmak, sorunlara çözüm üretmek, halkla aradaki köprüleri sağlamlaştırmakla yükümlüdür. Ancak pratikte çoğu zaman tam tersi olur.
Yöneticiyi halktan soyutlayan, onun gözünü ve kulağını kapatan, gerçeklerden uzaklaştıran bir filtre haline gelirler.
Son günlerde sosyal medyada yayılan bir video bunun en somut örneği oldu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile bir öğretmen arasında geçen diyalog, milyonlarca kez izlendi.
Kadın, belli ki hem içinde bulunduğu durumun önemi hem de heyecandan dolayı derdini tam anlatamıyor.
Cumhurbaşkanı da onu yanlış anlıyor.
Bu sahneye sadece eleştirel değil, vicdani bir gözle bakmak gerekiyor.
Çünkü burada mesele bir kişinin hatası değil; etrafında oluşan, iletişim kanallarını tıkayan, halkın sesini yukarıya taşımakta yetersiz kalan bir yapı sorunudur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halkı dinleme, sorunlara çözüm bulma, dertlere derman olma konusunda samimi bir iradeye sahip olduğu tartışmasızdır. Ancak, sorunların Cumhurbaşkanı’na kadar ulaşması bile başlı başına bir yönetim zafiyetidir.
O sorun çoktan çözülmeliydi -mahallesinde, belediyesinde, valiliğinde, bakanlığında.
Ama eğer yöneticiler, etraflarına kalın duvarlar örer, “yoğunuz” bahanesine sığınır, halkla bağlarını koparırsa, o zaman işte böyle görüntüler ortaya çıkar.
Yönetici, halkın sesini duymuyorsa; halkın feryadı sosyal medyada yankılanır.
Yönetici, vatandaşın yüzüne bakmıyorsa; vatandaşın yüzünü kamera gösterir.
Bu yüzden, “yoğunluk” artık bir bahane değil, bir uyarıdır.
Çünkü yöneticilik; sadece koltukta oturmak değil, o koltuğun altında ezilmemek için vicdanla hareket edebilme sanatıdır.
Dinlemek, anlamaktan başlar.
Ve hiçbir makam, bir insanın sesinden daha yüce değildir.
Son söz, yoğunluk mazeret değil sorumluluktur.