İnsanın ait olduğu bir sosyal sınıf gerçeği vardır. Bu sosyal sınıf günlük hayatta çok belirgin olmasa da, insanın düşünce dünyasını, hayata bakışını, kavramlarını, dilini etkilemektedir. Bu bahsini ettiğim “sosyal sınıf” tam anlamıyla ekonomik bir ayrımı içermiyor. Yani gelir dağılımıyla çok bağlantılı değil ve fakat anılan gelirin nasıl elde edildiği ile epeyi bağlantılı.

Şunu söylüyorum; köyde doğup büyüyen ve köyün kültürünü, yaşam standartlarını benimsemiş birisi tarım toplumunun bir üyesi olarak düşünmeyi, hayata bakmayı, hayatı o pencereden okumayı bilir. Hayatı programlaması da bu standartlara göredir. “Harmanı kaldırdıktan sonra”, “ ekinleri biçince”, “nohutlar yolununca” kavramlarının şehirlinin literatüründe pek bir karşılığı yoktur. Oysa bunlar zaman ifadeleridir ve bir durumla bağlantılı olarak geliştirilmiş ve çoğu zaman da ticari ilişkilerde alacak veya verecek zamanı olarak tayin edilen bir mühleti ifade ederler. Şehirde doğmuş, büyümüş ve şehrin yaşam tarzıyla hayata bağlanmış birisi için de “şehirli” gibi düşünmek ve hayata bakmak normaldir. Her ayın 15’i onun için bir anlam ifade etmektedir mesela. Ya da bir yerden bir yere giderken navigasyon denilen aleti çalıştırmak ve gideceği yerin trafiğini kontrol etmek bir şehirli standartıdır. Çoğu zaman navigasyonu gideceği yeri bilemediği için çalıştırdığı hesaba katıldığında, “gideceği yeri bilememek” bir şehirli sorunudur. Geçen gün izlediğim bir programda Dücane Cündioğlu yağmurun rahmet olmasından, bereket olmasından söz etti. Yağmurun rahmet ve bereket olarak ifade edilmesini bir sosyal sınıf ayrımına dayandırdı fevkalade anlamlı olarak. Şehirli için yağmur rahmet değildi, şehirli için yağmur bereket olarak da nitelendirilemezdi. Hatta çoğu yerde bir eziyet ve meşakkat demekti. Çünkü yağmur, trafik demekti, çünkü yağmur şemsiyesini evde unutmuş bir “şehirli”nin tiril tiril giyindiği takım elbisesinin ıslanması anlamına geliyordu. Oysa köyde yaşayan, geçimi tarıma dayanan muhtar amcam için yağmur bereketti, yağmur rahmetti; yağmur olmadan ekinleri boy vermezdi, bahçesi yeşermezdi, köyün suyu kesilirdi sonra. Bir doğa olayının hayatımızı ne kadar ilgilendirdiği ve bu doğa olayına hangi anlamları yüklediğimiz ait olduğumuz sosyal sınıfı ele veriyordu dolayısıyla. Bu karşılaştırmayı bir sınıfa eksiklik ya da fazlalık izafe etmek için yapmadığımın altını çizmeliyim. Bunun gibi bir doğulu için yani benim için(batılı olmadığıma göre) bir “baba” kavramının ifade ettiği anlam ile bir Avrupalının “father”ı aynı anlamı taşımamaktadır sanırım.

Aynı dili konuşan ve fakat farklı kültürlere sahip, farklı yaşam tarzlarını benimsemiş, ekonomik anlamda gelirlerini farklı yollardan sağlayan bu anlamda farklı sosyal sınıflara dahil kimselerin dilin kelimelerine farklı anlamlar yüklemeleri çok garip değil mi? Bir kelimenin her yerde aynı anlama gelmemesi oldukça enteresan bir durum bence. Yaşayan bir organizmaya benzetilmesi boşuna değil dilin. Farklı iklim koşullarında, farklı normal şartlar altında birbirinden ayrı sonuçlar vermesi bu yüzden sanırım.

Hayata yüklediğimiz anlam da zamana, hayat standartlarına, sosyal sınıflarımıza, coğrafyamıza göre değişmiyor mu? Mutlu olmak istiyorduk, huzurla yaşam sürmek arzusundaydık hepimiz. Kavgalarımız bu yüzdendi, çekişmelerimizin sebebi buydu, en çok da kendimizle kavgalarımızın. İnsanın kendiyle kavgalı olması bir durumdur, bunu fark edip kendinin de farkına varması apayrı bir durumdur. Hayatı ben şehirden (hele hele kentten) uzakta bir yerde arıyorum, toprağa değmenin anlamını biliyorum, dalından meyve koparmanın tadını biliyorum, tarla sürmenin terini biliyorum. Daha gerçek geliyor bütün bunlar.

“Toprağın sesini duyabiliyor musun kulağını verdiğinde” dedi meczup, “kalabalığın gürültüsünden zorlanıyorum” dedi öteki.