Sözcü Gazetesi’nin Yozgatlı yazarı Saygı Öztürk, 24 Kasım Öğretmenler günü dolayısıyla kaleme aldığı yazısında Türkiye’nin gönlünde önemli bir yere sahip olan ağabeyi Vali Refik Arslan Öztürk’ün öğretmenine yazdığı mektuba yer verdi.
Türkiye’nin gönlünde ‘Gerçek bir devlet adamı’ sıfatıyla var olan Refik Arslan Öztürk’ün Sarıkaya’nın Akbucak Köyü’nden okuma azmi ile çıkmasını konu alan Saygı Öztürk, ağabeyini rahmet ve sevgi ile yad ediyor. Öztürk, ağabeyi gibi nice valiler, devlet adamları yetiştiren öğretmenlerin de 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutluyor.
İşte Saygı Öztürk’ün kaleminden, “Validen, öğretmenine mektup” başlıklı yazı…
Yozgat'ın Sarıkaya ilçesine bağlı Akbucak köyünün kır bekçisi dama çıkıp sesinin olanca gücüyle ilan ediyordu: “Yarın köyümüze öğretmen gelecek, mektep açacaktır. Öğretmen gelen tüm çocukları kaydedecektir. Duyduk duymadık demeyin haa!” Mektep nedir, öğretmen nedir, o güne kadar duyan bilen pek yoktu. Bir tek, “Fahri'yi babası Yozgat'ta mektepte okutuyor” diyorlardı.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde 15-20 çocuk Ahmet Efendi'nin odasının önünde bir araya geldiler. Tokat'ın Reşadiye ilçesinden gelen öğretmen İzzet Erdem'i dört gözle ve heyecanla izliyorlardı. İzzet Erdem'in eşi Fahriye Hanım da o sırada mektepli Fahri'nin annesi Suna Hanım'ın evinde misafirdi. İzzet Öğretmen, uzun boyluydu; golf pantolon, körüklü ve mahmuzlu çizme ile subay üniforması gibi ceket giymiş, yana yıkılmış bir şapka takmıştı. Küçük bedenler, öğretmenin karşısında kendilerini yüce dağın önünde sandılar. Öğretmenin ilerleyen zamanlarda hayatlarında bırakacağı derin izler ve etkilerden o gün habersizdiler…
Yıllar sonra İzzet Öğretmen ve eşi Fahriye Hanım'ı buldum. Onlar da İstanbul'da yaşıyorlar ve her fırsatta Akbucak köyü anılarını anlatıyorlar.
Köy Odasından Okul
“Mektep” dedikleri, Ahmet Efendi'nin köy odasıydı. Tahta, tebeşir, sıra, masa yoktu. Bazılarının defteri ve kalemi vardı sadece. Öğrenciler çuldan, çuvaldan örtülerin üzerinde oturuyorlardı. Bir süre sonra köylülerden Hüseyin Öztürk'ün ağılı, Necip Altan'ın odası çocuklara okul oldu. İzzet Öğretmen beş sınıfı birden aynı odada okutuyordu.
Akbucak Köyü İlkokulu'nun öğrencilerden biri de Yusuf ve Suna Öztürk’ün dördüncü çocuğu Refik Arslan Öztürk'tü. Arslan, dedesinin adıydı. Dedesini hiç tanımamıştı ama bazı akrabaları ona “Arslan Dede” diye hitap ediyordu. Aslında Refik, narin bir köy çocuğuydu, görünüşü aslan gibi güçlü kuvvetli değildi.
Babamın Parası Bitmesin
Refik'in ağabeyi Fahri, köyde okul olmadığı için babaları Yusuf Öztürk, “Benim oğlum okusun” diye Yozgat'ta ev tutmuş, evin en büyük çocuğu olan Hatun'u da ona bakması için göndermişti. İkisi de el kadardı. Abla ev işlerini yapıyor, kardeşi de Yozgat İsmet Paşa İlkokulu'na gidiyordu. Fahri, “Babamın parası bitmesin” diye harcamalarına çok dikkat ediyor, nereye kaç kuruş harcadıysa hepsini tek tek yazıyordu. Aldığı 5 kuruşluk “kırık leblebi” bile harcama listesinde yer alıyordu. Fahri sınıfını hep iftiharla geçiyordu. Baba, oğlunun derslerdeki başarıları üzerine istediği kırmızı renkli bisikleti ona almıştı.
Refik Arslan Öztürk, ağabeyine göre şanslıydı. Hiç değilse artık köyde beş sınıf bir arada da olsa ilkokul vardı. Günler geçip gitti, derken okul bitti. Çocuklar nüfusa kaydedilmedikleri için diploma alamıyorlardı. Refik'in de nüfusa kaydı çoğu Anadolu çocuğu gibi sonradan yapıldı. Nüfus memuru, “Yaşını daha büyük yazamam” deyince resmi doğum tarihi 1949 olarak geçti kayıtlara.
Kanatlanıp Uçmak
Baba Yusuf Öztürk, büyük oğlu Fahri gibi Refik'i de okutmak istiyordu. Refik Arslan Öztürk, ilkokulu bitirdikten sonraki süreci Prof. Dr. Rauf Yücel'in yazdığı “Sorgun Kökenli Değerlerimiz” kitabında şöyle anlatıyor:
“Sorgun Ortaokulu'na atın terkisinde babamla geldim. Babam, ‘İsmet Bey, bu benim oğlum, bu da diploması. Okusun, adam olsun diye sana teslim ediyorum' dedi. İsmet Kapısız Öğretmen'in emanetiyle düştük yollara, kör topal yürüdük. Yozgat Lisesi, İstanbul Hukuk Fakültesi derken, babamın ‘Adam olsun' dediği yere geldik. Babam, üniversiteyi bitirdiğimi göremeden vefat etmişti. Rahmetli o günleri görseydi, kanatlanıp uçtuğuma sevinseydi, diye iç geçiririm hep. Kendisine ve bize okul açan devletimize sonsuz minnet duygularıyla dolu yüreğim.
Sarıkaya'da avukatlığa başladım. Niyetim belediye başkanı olmaktı ancak siyasetin çok farklı bir alan olduğunu on günde anlayarak vazgeçtim. Öğrencilik yıllarımda gazetecilik yaptım. Karikatürler çizdim. Basın dünyasında iyi bir konumdaydım oysa. Memlekete gidip hizmet edeyim heyecanıyla yola çıkmıştım. Avukatlık büromu kilitleyip düştük memleket sevdasına. Lice'de, Ömerli'de, Demirci'de kaymakam vekili oldum. Reşadiye, Silopi, Finike ve Söğüt'te kaymakam, Sivas'ta vali yardımcılığı görevlerinde bulundum. İlk görev yerim Bilecik valiliğiydi. Sonrasında Niğde, Erzincan ve Manisa'da çalıştım.”
Çelikten Kanatları Olur
Mesaime beş dakika olsun geç kalmadım. Elektrikler boşa yanmadı, sular boşa akmadı. Bulduğum topluiğneyi yakama sakladım ki, gün olur lazım olur diye. Devletin parasını harcarken kılı kırk yarar, fazlasıyla hesap kitap ederdim. Çünkü kestiği kavunun kabuğunu koyuna koça, çekirdeğini tavuğa ayıran bir babanın oğluydum. Sap kağnılarından yola düşmüş, ekin başaklarını ziyan olmasın diye toplatan babanın oğlu olmak, ne büyük hazineymiş meğer…
Söyleyeceklerimi belki hafife alıp alaylı gülümseyeceksiniz ama ben gene de yazıyorum buraya. Türkiye'yi yöneten kadrolar, orta halli aile çocuklarındandır. Onlar ana babasından, konusundan komşusundan gördüğünü hizmet anlayışına aktarmış olsa, kendisine emanet edilen kuruşların kıymetini bilse yeter. Tutumlu, erdemli, namuslu bu kadrolar, Türkiye'nin çelikten kanatları olur. Sen gör o zaman Türkiye'yi. Benim ömrüm bu Türkiye'nin özlemi ve hasretiyle yanıp tutuşuyor.”