Oysa hırsızlık hırsızlıktır.
Ama mesele devlet olunca, önce gözler kapatılıyor, sonra kulaklar sağır ediliyor.
Suç, ancak polis yakalarsa suç.
Yargı soruşturursa suç.
Ya tespit edilmemişse?
Yani çalan sistemin bir parçasıysa?
O zaman mesele olmuyor.
Tam tersine, çalanın partisi varsa savunanı da oluyor.
Bu ülke, belediye binalarını gösterişli hale getiren ama halkın yaşadığı mahalleleri bataklığa çeviren zihniyetlerin ağırlığını taşıyor.
Rüşvetin adı artık “teşekkür bedeli”, yolsuzluğun adı “komisyon”, adam kayırmanın adı “liyakat kriteri” olmuş.
İkinci döneme seçilemediği için ardında borç dağları bırakan belediye başkanıyla, ilk günden ihaleleri yandaşlara pay eden arasında ne fark var?
Bu farkı vicdan mı tartacak, yoksa yasalar mı?
Soruyorum:
Devletin malını çalmak neden toplumda sıradan bir kusur, hatta maharet gibi görülüyor?
Kendi arabasına mazotu belediyeden çeken, oğlunu kurumda işe başlatan, kuzenine ihale veren herkesin hikayesi ortada.
Ama ne yazık ki herkes kendi hırsızına sahip çıkıyor.
Partisine göre, renklerine göre, ideolojisine göre savunuyor.
“Bizimkiler çalsa da hizmet ediyor” cümlesiyle büyümüş bir toplumdayız.
Namussuzluk yarışına girilmiş adeta.
Ama en çok da “benim namussuzum iyi namussuz” sözü içimi acıtıyor.
Bu anlayış bizi Müslümanlıktan da uzaklaştırıyor, Türklük’ten de…
Çünkü biz nefsine hakim, kul hakkından korkan, yetim malını haram bilen bir milletiz.
Ya da öyleydik.
Şimdi çalanın önüne kırmızı halı seriliyor, çalmayanın ayağı kaydırılıyor.
Vicdanı olan sessiz, vicdansız olan güçlü.
Ankara sokaklarında gezerken her beton bloğun altına bir adaletsizlik gömülmüş gibi hissediyorum.
Devletin olanın sahibi halktır.
Ama halkı kandıranlar, bir gün en büyük adalete hesap verecek.
Çünkü çalınan şey sadece mal değil.
Güven çalınıyor.
İnanç çalınıyor.
Birlik çalınıyor.
Ve en acısı:
Biz, kendi değerlerimizi çalıyoruz.




