Bazen aynaya bakıyoruz ama gördüğümüz sadece silik bir suret oluyor.
Oysa kim olduğumuzu, neye özlem duyduğumuzu, niçin kırıldığımızı bile bilmeden yaşıyoruz.
Dahası… Tanımadan, sormadan, helalleşmeden göçüp gidiyoruz bu dünyadan.
Hele Yozgat gibi Anadolu’nun kalbindeki şehirlerde, hayat başka türlü akıyor.
Biraz suskun, biraz sabırlı… Aile içinde çokça içine atarak, akrabalarla "ayıp olur" diye gereğinden fazla yakın durarak, ama içten içe uzaklaşarak.
Biriktiriyoruz… Ama neyi?
Malı, mülkü, ziyneti, banka hesaplarını… Hadi onu geçtim, derin donduruculara sığmayan erzakları… Peki ne oluyor sonra?
Bir hastalık, bir ani göç…
Ve hepsi ardımızdan kalıyor. Bizi tanımayan bir kuşak, sevap mı, israf mı demeden tüketiyor.
Nasreddin Hoca'nın dediği gibi:
"Bir gün Hoca pazarda bir kavun alır, dilimler ve herkese dağıtır. En son bir dilim kendine kalır. Tadar tatmaz yüzünü ekşitir: 'Yahu bu kavun karpuzdan beter, ama ben yine de cömertliğimi bozmadım' der."
İşte biz de öyleyiz… Hayatın tadını hiç almadan, başkalarına göstermelik dilimler uzatarak tüketiyoruz ömrü.
Bizi asıl zehirleyen yokluk değil aslında… Yokluk psikolojisi.
Bir şey eksilmesin diye elindekini tutan ama onunla ne kendini ne de bir başkasını mutlu edemeyen insanlar olduk.
Allah’ın sunduğu nefesi, sevgiyi, günü bile şikâyetle karşıladık.
Sonra da "bu dünya bana gülmedi" dedik.
İnançlarımızın içine karıştırdığımız hurafelerle, kültür diye benimsediğimiz yobazlıklarla, anlamsızca “baskıladığımız” gençliklerle… Gülmekten, sevmekten, içten sarılmaktan utanır olduk. Oysa insan, bir çift gözde cenneti görebiliyorsa ne mutlu ona.
Hayat aşk ile yaşanır.
Ve aşk sadece bir kişiye duyulan tutku değil; bir gün doğumuna, çocuk sesine, yaşlı bir elin titreyen duasına, bir tas çorbanın buharına da aşık olabilmek demektir.
Kendimizi tanımadan gidenlerden olmayalım.
Hayat kısa. Şimdi gülümse, helalleş, affet, sev.
Ve unutma ey insan, bu dünyadan bir anda göçüp gitmek de bazen en büyük lütuf olur…
Ama o gitmeden önce, içindeki seni mutlaka tanı.