Devlet-i Aliyye’nin inhitat devirlerinde, merkezî idarenin zayıflamaya başlaması ile birlikte yeni bir sayfa açılır. Devlet, içinde bulunduğu şartların tesiriyle istemeye istemeye taşrada bulunan yerli güçlere bazı imtiyazlar tanımak mecburiyetinde kalır. XVIII. asır, adına âyân denilen bu güç odaklarının hâkimiyet için sürdürdükleri mücadelelerle dolu dolu geçer.
Osmanlı Devleti’nde taşranın ileri gelenleri hakkında kullanılan bir tabir olan âyân, zamanla ve en çok XVIII. asırdan itibaren Osmanlı ülkesinin muhtelif yerlerinde, çoğu eşraf ailelerinden olmak üzere türeyen bir sınıfa alem olmuştur. Âyânlar, bilhassa XVIII. asır boyunca ve XIX. asır başlarında merkezî hükümetin zayıflığından faydalanılarak kuvvetlenmişler, içtimaî, iktisadî, idarî ve askerî nüfuzlarını zirveye çıkararak bulundukları bölgede adeta hâkimiyet tesis etmişlerdir. (Bkz. Mithat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügatı, İstanbul 1986, s. 25; Özcan Mert, a.g.m., s. 217; Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993, III, s. 120-123.)
Bu mevzuda Kutbu’l-Müverrihîn Prof. Halil İnalcık’ın (d. 1916 v. 2016) hükmü herhâlde meseleyi bütün cesametiyle izah edecek kudrettedir: “Anadolu ve Rumeli’nin birçok şehrinde yeniçeri ve sipahi başbuğları, iltizam ve mukata’alar satın aldılar veya zorbalıkla kudretli âyân durumuna geldiler. 18. yüzyılda bu gibi bölgelerde onların, yerel egemenliği ellerinde tutan gerçek hânedânlar kurduklarını biliyoruz. Hatta bazıları halkı arkalarına alarak Bâb-ı Âlî’yi, paşalık ve vezirlik ünvanları ile valilik vermeye dahi zorladılar. Âyân, yalnız vergi toplama, yerel düzen ve güvenliğin sağlanması işlerinde değil, 17. yüzyıldan başlayarak, devlet adına bölgelerinde asker toplama ve bu askere kumanda etme yetkilerini de aldılar. Böylece, onların bazen paşaların kapı kuvvetlerinden daha büyük kuvvetlere sahip olduklarını, pâdişahın seferlerine bu küçük ordular ile katıldıklarını görmekteyiz. Bundan sonra bu güçlü hânedân kurucuları (Tepedelenli Ali Paşa, Karaosman oğulları gibi) yerel temsilcileri ve küçük âyânı kendi kontrolleri altına soktular. Devlete ait belli başlı yetkilerin miras yolu ile babadan oğula geçmesini sağlayarak, gerçek feodal beyler durumuna geldiler. Devlet ajanları, hatta valiler onlarsız ne asker ne vergi toplayacak güce sahiplerdi. 18. yüzyılın ikinci yarısında hânedânların ortaya çıkması, âyân rejiminde son gelişme dönemini imgeler ve feodalleşme böylece tam sonuna ulaşmış sayılabilirdi. 1807’de Rusçuk âyânı Alemdar Mustafa’nın İstanbul’da veziriâzam sıfatı ile diktatörlüğü döneminde, âyân ve hânedânlar doğrudan doğruya imparatorluğa egemen oldular. Pâdişaha imzalattıkları bir belge olan Sened-i İttifak ile eyâletlerde egemenliklerine hukukî bir temel sağlamaya kalkıştılar.” (Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye, İstanbul 2009, s. 337.)
Âyânların birçok imtiyaz ve salâhiyetleri zamanla devlet tarafından istenmeyerek de olsa kabul edilmiş olmakla birlikte, nihayet Sultan II. Mahmud Han uzun süren çetin bir mücadeleden sonra bunların devlet içinde devlet olmalarına son vermiştir. İşte Çapanoğulları, âyânlık devrindeki kargaşada elde edilen imitiyazların hayat verdiği bir hanedan olarak karşımıza çıkmaktadır.
XVII. asrın sonlarına doğru Çapanoğulları’nın ataları Saray Köyü civarındayken, vakti gelince, yukarılarda, Yozgat’ta karar kılarlar. Yozgat’a geldiklerinde nasipleri açılıp yozlarına yoz katılır, ardından bölgenin diğer âyân ailelerine karşı bir şekilde üstünlük sağlarlar. Çapanoğulları, Bozok’ta hüküm süren âyân ailesi sıfatıyla, İstanbul nezdinde bazen iyi, bazen de çok kötü bir itibara sahip olurlar. Gerçi idare tarzlarında tam bir cebr hâkimdir, fakat aileden yetişen beylerin Bozok’ta bir şehir tesis edilmesine dair gayretleri Bozok tarihinde meydana gelmiş en kayda değer icraattır.
Hâl böyleyken, bu meşhur ailenin geçmişinde gizli kalmış taraflar bulunmaktadır. Âyânlık tarihinde büyük şöhrete sahip olmalarına rağmen, Çapanoğulları’nın mensup oldukları aşiret, geldikleri yer ve atalarının kökenleri üzerindeki sır perdesi gibi, ailelenin adı olan Çapan ya da Çapar kelimelerinin üzerinde de pek çok suâl barınmaktadır: Çapan ve Çapar kelimelerinin kaynağı nedir ve nereden türetilmiştir? Mensubiyetleri hangi tarihî temele dayanmaktadır, kendilerini ifade ederken kullanılan Abdülcebbarzâde tavsifi ile Çapan ve Çapar kelimeleri arasında ne tür bir rabıta vardır? Çapan bir aşiret adı mıdır? Yoksa Çapar Koca Ömer Ağa’nın yüzünün, geçirdiği çiçek hastalığı dolayısıyla çopur yani Çapar olmasının şöhreti ile mi ahfadı aynı adla namlanmıştır?
Çapanoğulları tarihinin bilinmezlikler dünyası içindeki bütün bu meseleler, sağlam bir bilgi silsilesinden mahrum olarak sadece ihtimâller çerçevesinde her zaman tasarruf edilegelmiştir. Yine de sahih bir hüküm beyanından mahrumiyet dairesi içinde, belki şu birkaç husus, üzerinde imâl-i fikr etmeye yarayabilir: XVIII. asır ortalarına ait vesikalarda ailenin soy adı Çapar olarak geçmekte olup, sonradan aynı mânâyı ihsas ettirmek üzere Çapan denilmiştir. Daha sonra Çapar, Cebbar şeklini almıştır. Fakat bu isimlerden Çapan şekli tammüm ederek aile Çapanoğulları diye şöhret bulmuştur. (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Çapanoğulları, Belleten, C. 38, Sayı. 150, Ankara 1974, s. 215.)
Mütebahhir âlim Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, mevzuya dair ifşatta bulunur ve meseleyi şöyle şerh eder: “Çapar, eski Türk ünvanlarından olup yiğit mânâsına geldiği gibi Uygur yazılarındaki İşbara, Şbara, Asbara şekillerinde tesadüf edilen kelimeden gelme olduğu zan olunmaktadır. İşbara kelimesinin kahraman mânâsına olan Çap’dan gelen ve muharip süvari mânâlarını ifade eden Türkçe Çapar kelimesinin muadili olduğu da ihtimal dahilindedir. Eski Türkçe metinlerde Çapkun, Çapav, Çapavul, Çapul gibi müştakları görülür. Çapar kelimesi ulak mânâsına da gelmektedir. Divan-ı Lügati’t-Türk’te Çapmak ve Çapar kelimelerinin vurmak, sıvamak, mânâlarına geldiği görülür. Ahmed Vefik Paşa da, Çapar kelimesinin vurup, koşturmak ve akın etmek mânâsına gelen çapmak masdarından gelme olduğunu beyan ediyor. El-lügatü’n-nevaiyye’de de Çapkun’un akın ve Çapan’ın seğirden ve baş kesen mânâsına geldiği görülüyor. Bütün bu kayıtlara göre Çapar kelimesi, yiğit, akıncı, ulak yani postacı gibi mânâlara gelmektedir.” (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.m., s. 215.)
Bununla birlikte aile, bilhassa arşiv malzemelerinde umumiyetle “zorba, kudret ve kuvvet sahibi” mânâsındaki “Cebbar” adı ile anılmış, en nihayet “Abdülcebbar” şekline geçmiştir. (Özcan Mert, Çapanoğulları, Ankara 1980, s. 22.)
Şimdilerde Çapanoğlu Câmii de denilmeye başlanan Câmi-i Kebir türbesinde bulunan ve Çapar Koca Ömer Ağa’ya ait 1704 tarihli mezar taşı kitabesinde, “Çapar Ömer Ağa” adı pek açık bir şekilde hakkedilmiştir. Çapar Koca Ömer Ağa’nın mezar taşı kitabesinde şunlar yazılıdır:
Hüve’l-Bâkî
Cihânı terk idüb âhir
Fenâdan eyledi uzlet bekâda
Menzilin âlî olub dâim
Bula rif’ât aslı Bozğalı
Merhûm ve mağfûrunleh Çapar
Ömer Ağa rûhîçün
El-Fâtiha
Sene 1116
Yine türbede Ömer Ağa’nın oğlu Ahmed Paşa’ya ait 1765 tarihli mezar taşı kitabesinde de “Cebbârzâde Ahmed Paşa” kaydı bulunmaktadır. Türbede bulunan ve Ahmed Paşa’nın daha ağalık günlerinde vefat etmiş olan kızı Ayşe Hatun’a ait 1744 tarihli mezar taşı kitabesinde ise: “Vâlid-i ibn Çapan Ahmed Ağa.” ibaresi yer almaktadır. Bu üç farklı mezar kitabesinden anlaşılacağı üzere, aile şöhreti hem Çapar hem Çapan ve hem de Cebbarzâde şeklinde yazılmıştır. Tarihleri birbirine yakın ve bizzat bey ailesi tarafından yaptırılmış mezar taşlarının kitabeleri, bu üç ifade tarzının da aynı mânâda kullanıldığını göstermektedir. Ancak şurası da tarihî bir hakikattir: Çapanoğulları’nın idare tarzları, Cebbar kelimesinin mânâsıyla tam mutabakat halindedir.
Muhtemelen Mamalu Türkmenlerinden olan Cebbarzâdeler, Çaparzâdeler ve Çaparoğulları olarak bilinen Çapanoğulları, XVII. asrın ortalarında Bozok’a yerleşmiştir. Çapanoğulları’nın bilinen en eski atası 1704’de vefat eden Çapar Koca Ömer Ağa’dır. Çapar Koca Ömer Ağa'nın bilinen tek oğlu da Ahmed Ağa’dır. Pekâlâ o zaman Ömer Ağa kimdir: Bunun da cevabı maalesef aşikâr değildir. (Yozgat’ta bilhassa köklü bey aileleri arasında, Çapar Koca Ömer Ağa’nın çocukken geçirdiği çiçek hastalığından dolayı yüzünün çopur yani çapar olduğu, kökten “bey” olmayıp türedi olduğu, kellesine mükâfat konan azılı bir eşkıyayı uyuduğu bir sırada yakalayıp öldürmesinin ardından hem beyliğe hem de servete kavuştuğu anlatılır.)
Bununla birlikte, Çapanoğulları’nın aslı/kökeni meselesi de bir hayli meşakkatlidir. Bozok tarihinin iki asra yakın zamanına hükmeden bu âyân ailesi, nereden gelme ve soyları nereye dayanıyor? İşte bu konuda da aile fertleri dahil, sıhhatli bir bilgiden efkâr-ı umumiye mahrumdur. Ne hikmetse, bu zamana kadar, bir cevap verilememiştir.
Fakat dikkat edilirse, Çapar Koca Ömer Ağa’nın mezar taşının şâhidesinde yazan “Bula rif’ât aslı Bozğalı” ifadesi, bir miktar asıl/köken meselesinin izah yolunu aralamaktadır kanaatindeyiz.
Şöyle ki… “Bozğa,” bir beldedir ve Çorum’a tâbi Sungurlu Kazâsı’nın eski adıdır. Bu iki “Bozğa,” kuvvetle muhtemel aynı yerdir. İşte bu münasebetle Çapanlar, Yozgat’a Sungurlu civarından gelmiş olabilirler. Şurası muhakkak, mesele tam bir muammadır, çözülmeyi beklemektedir ve suâller birbiri ardınca sıralanabilmektedir...
Meselâ, Abdizâde Hüseyin Hüsameddin Efendi’nin (v. 1939) “Amasya Tarihi” serlevhalı büyük eserinde geçen Çapar Koca Ömer Ağa’nın babasının Çorum’da Müderris Abdülcebbar Efendi olduğuna dair kayıt, (Abdizâde Hüseyin Hüsameddin Efendi, Amasya Tarihi, Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Mesut Aydın, Güler Aydın, Dördüncü Cilt Zeyli, Ankara 2008, s. 83.) büsbütün temelsiz bir bilgi kırıntısı mıdır? Abdizâde’nin verdiği bu bilgi, Sungurlu’nun Çorum’a aidiyeti düşünüldüğünde “Bozğa” yahut Sungurlu meselesinin bir yansıması mıdır acaba?
Çapar Koca Ömer Ağa’nın mezar kitabesindeki “Bozğalı” ifadesi üzerinde oynayarak “be” harfinin yanına bir nokta koyup “ye” harfine çevirmenin ve “le” harfinden önce kazınmak suretiyle bir “de” harfi ilâve etmenin mantığı nasıl izah edilecek? Çünkü bu hâliyle “Bozğalı,” “Yozgatlı”ya dönüştürülmüştür. Diğer bey ailelerinin, unutulması mümkün olmayan bilinçaltının tesiri olmakla birlikte, Çapar Koca Ömer Ağa’nın ahfadı Çapanoğulları’nı kökten bey ailesi saymamaları ile Amasya Tarihi’ndeki bilgi arasında bir bağ kurulabilir mi? Bu duruma göre, Çapar Koca Ömer Ağa, bir “bey” değil, müderris yani hoca çocuğu olmaktadır. Ve daha bir sürü suâl... Bütün bunlara rağmen, Çapar Koca Ömer Ağa’nın mezar kitabesinde geçen ve üzerinde oynama yapılmış “Bozğalı” ifadesinin menşeinin Sungurlu’da aranması bana daha makûl geliyor.
Çapar Koca Ömer Ağa’dan sonra, oğlu Ahmed Ağa, babasının açtığı ikbâl yolunda yürümeye başlar. “Yozuna yoz katacak” zamandır, bilir. Ahmed Ağa, civarında yeni yeni nam salıp, eşkıyaya karşı huzurun temini için çalışınca, İstanbul’un dikkatini çeker. Bir taraftan da mahallî âyânlarla uğraşarak, onları birer birer ortadan kaldırmanın her türlü çaresine başvurur. Esbak Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa’nın (d. 1640 v. 1698) oğlu Hüseyin Bey’den Mamalu Aşireti’nin mukâtaasını bir sene müddetle iltizam suretiyle kiralar. Kiralamayı İstanbul’un tensibi üzerine, gönderilen bir fermanla Bozok’un işleri Ahmed Ağa’ya havale edilir. (Bkz. Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.m., s. 216.)
Ferman, Ahmed Ağa’ya istediği gücü getirir. Bu sayede, diğer beylere karşı gözle görülür bir şekilde üstünlük sağlamaya başlar. Ancak, Mamalu Aşireti mukataasının asıl sahibi Bozoklu Mustafa Paşa’nın oğlu Hüseyin Bey, kiralamadan vaz geçip bir sene dolmadan mukâtaasını geri isteyince, “tabiî ki” mülkünü geri alamaz ve ailesinin başına gelmedik kalmaz!
Yozgat ve civarında çok iyi bilinen meşhur “aygırı kısrakla avlarlar” hikâyeleri, bu tarihî hakikatin sırları ile doludur! (Aygırın kısrakla avlanma meselesine dair geniş bilgi için bkz. S. Burhanettin Kapusuzoğlu, Böyle Dedi Yozgat-Külliyât-ı Letâif, İstanbul 2016, s. 55-66.)
Ahmed Ağa, işleri iyice eline almaya başlar. Bölgedeki nüfuzunu büsbütün arttırır. İstanbul ile iyi geçinmesi, âsâyişi sağlayıp huzuru temin etmesi, ihtiyaç anında İstanbul’a et, cepheye de asker ve zahire temin etmek gibi vazifeleri itina ile yerine getirmesi, civardaki âyânlar üzerinde üstünlük kurmasını kolaylaştırır.
Bozok Sancağı Mütesellimleri, Sadrazam Bozoklu Kara Mustafa Paşa’nın câmi, medrese ve kütüphâne (Divanlı’daki Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın eseri olan kütüphane, bilahire Sadrazam Paşa’nın oğlu Hüseyin Bey tarafından yeniden yaptırılır, İstanbul’dan yeni kitaplar getirtilelerek zenginleştirilir ve kütüphane için vakıf tesis edilir. İstanbul’da bulunan bazı mülklerinin gelirinden bu kütüphaneye pay ayırtır. Hüseyin Bey’in kardeşi Süleyman Bey de, tıpkı ağabeyi gibi, babalarının hayır eserinin varlığını sürdürebilmesi için hizmetini sürdürür.) yaptırarak civarda bulunan mezraaları külliyesinin etrafında yerleştirmesiyle kurulmuş olan Divanlı Köyü’nde otururlarken, Ahmed Ağa ile birlikte, idare, Yozgat’a taşınır ve Yozgat’ın şehir olarak temelleri atılır. (Ahmed Paşa, daha paşa olmadan ağa diye hüküm sürdüğü sıralarda Saray Köyü’nde bir cami yaptırır. 1753’te de şehir olma yolu açılan Yozgat Köyü’nde Demirli Medrese’yi inşâ ettirip eserin ayakta kalması için vakıf tesis etmiştir.)
Ahmed Ağa, Bozok Sancağı Mütesellimi olup Bozok Sancağı Voyvodalığı malikâne suretiyle kendisine tevcih edildikten sonra bölgenin tartışmasız hâkimi olur. Bundan sonra, halka zulmeder, can yakar ve çok kan döker. Bozok’a ilâve olarak, Tokat, Çorum, Niğde ve Yeni İl’de hâkimiyet tesis eder. 1761’de Sivas Valisi olur. Ahmed Paşa diye nam salmaya başlar. Hırsı, arkası gelmez hataları, yapılan şikâyetler ve hasımlarının faaliyetleri üzerine ertesi sene azledilir. Bir zaman sonra affedilir ve tekrar ikbâle kavuşur.
Güç, onu fevkalâde şımartır. Bölgesindeki ahalîye yeniden ezâ cefâ etmeye başlar ve çok ileri gider. Defalarca ihtar alır. Yapılan nasihatlara kulak asmayıp bildiğinden şaşmaz. Tabiî zulmün sonu iyilik getirmez, hemen ardından güneş gurûb eder ve dünya kararır. Saray, bu işe artık bir son verir ve Ahmed Paşa’yı 1765’de idam ettirir. Boynu vurulan Ahmed Paşa’nın kellesi İstanbul’a götürülür. Gövdesi ise Câmi-i Kebir’in yanındaki türbededir. (Câmi-i Kebir’in Ahmed Paşa’nın oğlu Mustafa Bey tarafından yaptırılması 1779 tarihidir. Türbe ise hemen ardından camiye ilâve edilir. Dolayısıyla Ahmed Ağa’nın doğrudan türbeye defni olamaz. Ya, Câmi-i Kebir’in yerinde kuzey istikamete doğru daha önce bir cami vardı, yanında bulanan mezarlığa 1704’de Çapar Koca Ömer Ağa, 1765’de de Ahmed Paşa defnedildi. Sonraları da üzerlerine şimdiki türbe yaptırıldı. Ya da, caminin ve türbenin yaptırılmasından sonra, başka yerde bulunan mezarlar şimdiki yerlerine nakledildi. Burası da belli değildir. Çapanoğlu tarihinin karanlık noktalarından birisi de budur. Çözebilene aşk olsun…)
Ahmed Paşa’nın boynunun vurulmasından sonra, muhallefatı zaptedilir ve “Bozok Sancağı ile Mamalu Türkmeni malikâneleri” geri alınır. Diğer malları ve emlâki çocuklarına bırakılır. Böylece, Çapanoğulları’nın Bozok ve çevresindeki idarî nüfuzu sona erdirilir, ancak malî ve iktisadî güçlerine dokunulmaz.
Babasının başına gelenlerin ardından hapis hayatına düçar olan büyük oğlu Mustafa Bey, hapis olarak tutulduğu yerden kaçar ve Mamalulara sığınır. Topladığı adamlarla eşkıya takibine çıkar. Âsâyişi temin için gayret eder. Hasımlarına karşı yavaş yavaş harekete geçer. Huzur, sulh ve sükûn için gösterdiği gayretler İstanbul’un dikkatini çeker. Bu sayede, Bozok Sancağı ve çevresinde kaybettikleri idarî nüfuzları 1768’e gelindiğinde yeniden ortaya çıkar ve ailenin gücünün kaynağını meydana getiren Mamalu malikânesi tevcih edilir. Kapısız leventlerle, huzuru bozan, yağma ve talan peşine düşen oymaklara göz açtırmaması İstanbul’dan taltif görür.
Ancak Mustafa Bey, tıpkı babası Ahmed Paşa gibi ceberuttur, çok kan döker. Babası gibi, mahallî âyânları, yani diğer bey ailelerini türlü tertiplerle ortadan kaldırma yoluna gider. Bey aileleri üzerindeki baskısını sürdürür. Son direnişçi ise Paşaköy Beyi Tokmak Hasan Paşazâde İsmail Bey olur. Her ne kadar İstanbul’a sık sık keyfiyeti gönderdiği şikâyet mektuplarıyla arz etse de, (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.m., s. 221’de, “Mustafa Bey o havalide nüfuzunu iyice tesis ederek H. 1191, M. 1774’de Bozok Mutasarrıfı olmuş ve bundan istifade ile epey mezalim yapmıştır.” dedikten sonra, Çapanoğlu Mustafa Bey’in mezaliminden bahisle hükûmete müracaat eden Tokmak Hasan Paşazâde İsmail Bey’in bir şikâyet dilekçesinden bahseder. Ayrıntısı şifahî kültürde pek meşhur “aygırı kısrakla avlarlar hikâyesi”nde verilecektir.) sonunda İsmail Bey de bir tertibin ardından Mustafa Bey tarafından öldürtülür. Mustafa Bey, bir defasında da Gürün üzerine yürür ve mezalim yapar. Zulmün ardı arkası kesilmez. Her geçen gün, Mustafa Bey’in gücü artar. Bozok, Yeni İl, Sivas, Kayseri ve Çankırı bölgelerinde hâkimiyet tesis eder. Surre Emîni tayin edilir. Vazifesinin sonunda “hacı” olur.
Hacı Mustafa Bey’in, Samsun ve civarının hâkimi Canikli Hacı Ali Paşa ile nüfuz mücadelesi yüzünden arası açılır. Aralarındaki sen-ben davası giderek artar ve husmete dönüşür. Saray ise daima aralarında denge siyaseti güder. İşin sonunda Canikli Hacı Ali Paşa, Hacı Mustafa Bey’e bir sûikast tertip ettirek ortadan kaldırma yoluna gider ve Hacı Mustafa Bey’in has adamlarından bazını elde ederek fırsat kollamaya başlar. Bu sırada Hacı Mustafa Bey, içinde yaşadığı şartların tesiri ve ceberrutluğunun bir karşılığı olarak etrafında her şeyden şüphe eder hâldedir. Babası Ahmed Paşa’nın yakın adamlarına bile güvenmemektedir.
Emniyeti için, maiyyetindeki has adamlarından kırk kişi seçer. Onların tâlimiyle bizzat meşgul olur. Ancak, konağından çalınan bir şamdan yüzünden güvendiği has adamlarından birisini suçlu sayar ve idam ettirir. Kalan otuz dokuz adamı ise; “Böyle giderse bizi de öldürtecek!” diyerek büsbütün tedirgin olurlar. Bunun üzerine, onlar da Hacı Mustafa Bey’e karşı temkini elden bırakmazlar.
Hacı Mustafa Bey, 1782 Nisanı’nda, Kurt İni Deresi’nin Baltı Deresi ile birleştiği yerin kenarında bulunan “Abdullah Ağa’nın Bahçe” diye bilinen etrafı duvarla çevrili içinde köşk ve mermer havuzlar bulunan ve türlü ağaçlarla kaplı kendi bahçesinde adamlarını tâlime çıkardığı bir gün, has adamlarına tüfek tâlimi için mevzî aldırır. Çünkü “tüfenk icat olalı mertlik bozulmuştur” artık. Buyruk verir; “nişan al ve ateş!” Ve otuzdokuz tüfenk toplu hâlde gürler. Has adamları tüfenkleri üzerine doğrultmuştur. Hacı Mustafa Bey hemen orada hayatını kaybeder.
Has adamlar derhal atlanıp süratle Canikli Hacı Ali Paşa’nın mıntıkasına doğru kaçarlar. Peşlerinden gidilse de yakalanamazlar. Sonradan yaptırılan tahkikatta, sûikastte Hacı Ali Paşa’nın parmağının olduğu öğrenilir. (Mustafa Bey suikastinin Canikli Ali Paşa’nın tertibi olduğuna dair bilgi için bkz. Rıza Karagöz, age., s. 136-138.) Hacı Mustafa Bey, Câmi-i Kebir’in (Menkabeye göre Hacı Mustafa Bey, Gürün’de yaptığı mezalimin ardından Horasan Erenleri’nden bir zatın kerametini görür ve gördüğü zuhuratın tesiriyle yaptığına pişman olur. Ardından, 1779 tarihinde Yozgat’a Câmi-i Kebir’i yaptırır. Caminin vakfına tahsis ettiği dükkânlar ve bir han sayesinde Yozgat, ticaret merkezi olarak gelişir.) hemen bitişiğindeki türbede babasının ve dedesinin yanına defnedilir. İstanbul’a giden Hacı Mustafa Bey’in adamları, yerine, beyin oğlu Ali Rıza Bey’i tayin ettirmek isteseler de, bunda muvaffak olamazlar.
O sıralarda İstanbul’da kendisi için ikbâl kapıları arayan Süleyman Bey, huzuru temin etmek, halka zulmetmemek ve vergileri vaktinde toplayıp göndermek şartlarıyla Bozok Sancağı Mutasarrıflığını elde eder. Ali Rıza Bey’e ise çok genç yaşında “emr-i Hak” vâki olur! Ve ardından Çapanoğulları’nın tarihinde yeni bir sayfa açılır ve ailenin ihtişamlı devri başlamış olur. Divriği ve civarında hâkim olan Köse Paşa hanedanı başta olmak üzere, büyük bey aileleriyle akrabalık kurması, onun gücünün artmasına ciddî faydalar temin eder.
Süleyman Bey’in ince siyaseti ve zaman zaman manevralar yapsa da Saray’a karşı itaati, nüfuzunu, Çankırı, Amasya, Şarkîkarahisar, Kayseri, Halep, Adana, Tarsus, Konya Ereğlisi, Niğde, Kırşehir ve Ankara’ya kadar yayar. Maraş, Antep ve hatta Rakka üzerinde tesirini hissettirir. Sultan III. Selim Han’ın Nizâm-ı Cedîd hareketini destekler. 1808’de Rusçuk Âyânı Sadrazam Alemdâr Mustafa Paşa’nın âyânlarla tertip ettiği toplantıya katılır ve sonunda düzenlenen “Sened-i İttifâk”ı imzalar.
Anadolu’nun ortasındaki bu muazzam güce karşılık Sultan II. Mahmud Han ise devletin yeniden gücünü toplaması ve merkezî idarenin tam hâkimiyeti için fırsat kollar. Sultan II. Mahmud Han, Süleyman Bey’in ölmesi ile birlikte Bozok merkezli büyük bir bölgeyi Çapanlar’dan kurtarır ve İstanbul’dan gönderdiği ümera takımı ile Bozok’u idare eder. Yalnız mahallî rivayetlerde, Anadolu’nun ortasında adeta bir hükûmet gibi hareket eden ve fevkalâde güçlenen Süleyman Bey’in üzerine bir ordu gönderildiği, Süleyman Bey’in de, ulü’l-emr’e karşı gelip âsi olmamak ve padişah askerine kılıç çalmamak için fetva ile zehir içerek canına kıydığı anlatır. (Yozgatlı tarihçi Süleyman Duygu, Süleyman Bey’in ölümü meselesini tartışır ve ölümün şeklini “karanlık nokta” olarak tasvir eder. Bkz. Süleyman Duygu, Osmanlı Devlet Ricalinden Mehmet Celâleddin Paşa, Türk Kültürü, Sayı. 147-148-149. Mart, Ankara 1975, s. 151. Bununla birlikte şu bilgiler de dikkate değerdir; “… Süleyman Bey sarayında esrarengiz bir şekilde ölmüştür. Geride bıraktığı 25 evlâdından bir kızı, Divriği hanedanından Vezir Ali Paşa ile evlenmiştir.” Bkz. Necdet Sakaoğlu, Anadolu Derebeyi Ocaklarından Köse Paşa Hanedanı, İstanbul 1998, s. 9; “… Bu karar üzerine, bir yıl önce Divriği’deki paşa sarayından kocasını isyan hercümercine yollayan Cebbarzade kızı Asiye Hanım’ın da aile ile birlikte Sivas’a gittiği görülüyor. Bu zoraki göçün gerçekleştiği günlerde, babası Cebbarzade Süleyman Bey de Yozgat sarayında esrarengiz bir şeklide ölmüştür. Anadolu soylusu Asiye Hanım’ın da yaşam öyküsü … maalesef karanlıktadır.” Bkz. Necdet Sakaoğlu, age., s. 20-210.)
Süleyman Bey, yaşadığı devirde devlet içindeki fevkalâde tesiriyle, en başta oğlu Mehmed Celâleddin Bey’in (v. 1848) vezirlikle paşa olmasını sağlamış ve yakın adamlarından pek çoğunu devletin mühim noktalarına yerleştirmeye muvaffak olmuştur. Veysel Karanî ahfadından, Diyarbekir’den Anteb’e oradan da Bozok’a/Yozgat’a gelip yerleşmiş bir aileye mensup olan son Reisü’l-küttab ve ilk Hariciye Nâzırı, yani imparatorluğun Dışişleri Bakanı olan Vezir Âkif Paşa da (d. 1787 v. 1845), Süleyman Bey’in yanında yetişerek İstanbul’a giden yüksek kabiliyetlerdendir.
Süleyman Bey, bir siyaset erbabı olarak, debdebeli bir hayatı geride bırakır ve 1813’de vefat eder. Câmi-i Kebir’in musalla taşına konan tabutuna, Sultan III. Selim Han’ın ihsan ettiği üzerinde yedi elmas parça bulunan kürk örtülür. Cenaze merasiminden sonra Câmi-i Kebir haziresinde sırlanır. Hakikaten Sultan Süleyman’a kalmayan dünya, Çapanoğlu Süleyman’a da kalmaz.
Süleyman Bey’in çocukları, idareyi tekar elde edebilmek için uğraşsalar da çabaları işe yaramaz ve Sultan II. Mahmud Han, Yozgat’ı Çapanoğulları’ndan hiç kimseye vermez. Oğulları Abdülfettah Bey (v. 1840), Abbas Hilmi Paşa (v. 1859), Mahmud Bey, Hamza Bey (Müşir Ahmed Şâkir Paşa ve kardeşi Yusuf Âgâh Efendi’nin babaları Ömer Hulusi Efendi, Hamza Bey’in oğludur.) ve İzzet Bey’i İstanbul’a getirtip göz önünde tutar.
Süleyman Bey’in zamanında, ailenin zenginliği Bozok, Ankara, Çankırı, Çorum, Amasya, Şarkîkarahisar, Sivas, Kayseri, Kırşehir, Nevşehir, Konya Ereğlisi, Niğde, Tarsus, Adana, Maraş, Antep, Halep ve Rakka’daki mukâtaalarla bereketli hâl alır. Halvetiyye’nin Şabâniyye kolunun Çerkeşiyye şubesinin pîri olan büyük aziz Şeyh Mustafa Çerkeşî Efendi’ye müntesip olan Süleyman Bey, ağabeyi Hacı Mustafa Bey’in yaptırdığı Câmi-i Kebir’i 1794’de genişlettirir. Onlarca dükkân tahsis ettirdiği büyük bir vakıf kurar. Ticaret hacmi daha da artar. Şehir süratle imar edilir. İdaresi altındaki bölgelerde de imar işine dikkat eder; 1788’de Hacı Bektaş-ı Velî Tekkesi’nin bakım ve onarımını yaptırır. (Bkz. Fahri Maden, Bektaşî Tekkelerinin Kapatılması (1826), TTK., Ankara 2018, s. 13.) Onun devrinde Bozok ve merkezi Yozgat, adeta altın devrini yaşar ve Anadolu’nun en meşhur ve en ihtişamlı şehri olarak tarihe geçer. Şehirde zenginlik had safhaya ulaşır. Bilhassa muazzam bir servetin sahibi olan Süleyman Bey’in sarayı dillere destandır ve pek meşhurdur. (Çapanoğlu Sarayı ya da Yozgat Sarayı da denilen Süleyman Bey’in sarayı hakkında bilgi için bkz. Kinneir, J. M. Voyage dans L’Asie Mineure L’Armenie et le Kurdıstan dans les annees 1813 et 1814, Paris 1818, çev. Kemal Bilgin, Yozgat Haftalık İl Gazetesi, 16 Mart 1950.)
Süleyman Bey’in ölümünden sonra, bıraktığı servet sayesinde torunlarının iktisadî ve buna bağlı olarak içtimaî güçleri sürer; tâ ki, Çapanoğlu İsyanı ile bitinceye kadar!
Çapanoğulları idaresinden sonra Yozgat’ta, İstanbul’dan gönderilen paşalar devrinde Tanzimat’ın uygulanması sırasında vergi yolsuzlukları yüzünden idareyi çok tedirgin eden bir isyan çıkar. 1840’da hükümet kuvvetleri ile isyancılar arasında kanlı çarpışmalara sebep olan Akdağmadeni İsyanı’dır bu hadise. İsyan, Yozgat’taki askerî kuvvetleri kâfi gelmediği için Sivas’tan yetişen kuvvetlerin desteği ile bastırılmıştır. (Geniş bilgi için bkz. Ahmet Uzun, Tanzimat ve Sosyal Direnişler, İstanbul 2002, s. 23-30.)