Özgür doğan bütün ruhların beden kelepçesiyle kayıtlandığı bir dünyada ruhumuza başka prangalar takmaya çok hevesli görünüyoruz. Hiçbirimiz farkında değiliz bizim özgürlük sandığımız çoğu şeyin ruhumuzu esaret altına aldığının.
Özgürlük bir durma biçimidir. Özgürlük bir meydan okuma biçimidir. Hızın ve hazın çağında sürer duruma itiraz eden, aynılığa direnen, disipline edilmiş bir yaşama biçimi olarak da okunabilir özgürlük. Özgürlük bir bedenin, somut bir varlığın değil ruhun durma ve bulunma halidir.
***
İnsanın en büyük mucizesi sayılabilir; girdiği ortama, bulunduğu şartlara kolayca alışması. Alışmak, çok da estetik bir kelime değildir belki ama dünyanın daha katlanılabilir bir yer olmasında vazgeçilmezdir ve yerinin doldurulması da oldukça zordur. Yani, alışmak diye bir kelimemiz olmasaydı, buna alışamazdık.
Sanırım Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı kitabında, toplama kamplarında sistematik bir şekilde kıyımdan geçirilen ve insanlık dışı muamelelere maruz bırakılan insanların bir müddet sonra kendi aralarında şakalaşmaya başladıklarını ve akşamları öğün olarak çıkacak bir lokma yemeğin kendi aralarında iddialara konu olup eğlenceye dönüştürüldüğünü okuduğumda alışmanın mucizevi bir hayatta kalma biçimi olduğunu fark etmiştim. Tabi bu durum, alışmanın bir yok olma biçimi olduğunu da düşündürebilir size.
Alışmanın zor şartlar karşısındaki kolaylaştırıcılığını konuştuk da, insanın güzel ve mutlu zamanlara alışıp bunu sıradanlaştırması ve kıymetini kaybetmesi de rastlanan bir “insani” durum değil midir? İnsan standart üstü bir iyi duruma da alışır, bu durum onun tarafından kanıksanır, onun için normalleşir ve sıradanlaşır. Sonra geriye dönüp bakmayan insan, elindekinin kıymetini bilmez ve mutluluğunu yitirir.
***
Ve insanın hazin hikayesidir aynılaşmak, belki de konforlu limanı. Çünkü açık denizlere açılmak cesaret ister, çünkü açık denizlerde fırtına geminizi alabora edebilir, geminizin yakıtı bitebilir ya da kaybolma ihtimaliniz söz konusu olabilir. Ama insanın keşif hikayesi de dümeni bilmediği yöne cesaretle çevirmesiyle başlar. Ve çoğu insanın güvenli limanını terketmediği ve aynılaştığı ve aynılaştığının dahi farkına varmadığı bir dünyada Wittgenstein haklı çıkar; “Tanrı bana şöyle diyebilir; Seni kendi ağzınla yargılıyorum, senin kendi eylemlerin, başkalarını onları yaparken gördüğünde seni tiksintiden titreten eylemlerdi.”
Doğada varolan herşey kendisine üflenen ruhla hayat bulur ve o ruhu yaratılış koduna uygun olarak harekete geçirip farkını ortaya koyar. Bir çınar ağacının “baba” kavramıyla anılması, gölgesinin büyüklüğüyle ve heybetiyle; bir serçe kuşunun bir yetimle ilişkisi şefkat duygusunu uyandırmalarıyla; bir dağın dikilip yolun yönünü değiştirmesi onun kimlik bilinciyle; deniz ile gökyüzünün gece ve gündüz vakitlerinde birbirleriyle inanılmaz uyumu aynı frekansta olmalarıyla açıklanabilir. Ve insan, kendine diğer her varlıktan farklı olarak verilen akıl özelliğini kullanmakla aynılaşmaya karşı koyabilir ve farkını bulmak için ilk adımı atabilir.
Ve insanın aynılaşması ilkin aklını kullanmamasıyla başlar; aklını kullanmayan insan yaratılış kodunu inkar etmiş, tabiatın ahengine cirmi nispetinde gölge düşürmüş, rüzgarın eserken tutturduğu ritmi bozmuş, kuşun yuvasını her şeye sahipmişçesine hoyratça kestiği ağaçla, karıncanın yuvasını filanca marka ayakkabısıyla tarumar etmiş, toprağın üstünü betonla kapatmış, iklimleri değiştirmiş ve varlık aleminde varolan akustiği bozmuştur. Elbette bir şeyi fıtratına uygun kullanmaktır; kullanmak. Aksi bozmaktır, ziyan etmektir çünkü.
“Ve insan aldandı” dedi meczup, “bütün tecrübelerine rağmen...”
(Not: yetimlerle serçeleri birlikte okuyan hemşerimiz yazar Mustafa Çiftçi’ye selam olsun)