OCAK HATIRALARIM (21)
Önceki yazımızda Türk Ocakları Yozgat şubesi kuruluş çalışmalarından olmak üzer yetki belgesi alınması konusundan söz etmiştik. Bu gün ise Ocak için yaptığımız açılış programından söz edeceğiz:
“”Ocak Açılış Programı
Tarih: 3 Haziran 1989
Konuşmacılar: Yozgat Valisi Sn. Süleyman Oğuz, Sn. Ali Haydar Diriöz, Sn. Prof. Dr. Meserret Diriöz, Sn. Prof. Orhan Arslan, Sn. Fahri Taş ve Kenan Eroğlu
Konu:
Yer: Yozgat “Büyük Sinema” salonu
Nihayet beklenen gün geldi. Uzun bir hazırlık dönemi geçirilerek yetki belgesi alınan ocağımız için bir açılış programını gerçekleştirdik.
3 Haziran 1989 Tarihinde ilimiz Büyük Sinema salonunda görkemli bir açılış yapmış. Bu açılışa Yozgat Valisi Sn. Süleyman Oğuz, Sn. Yozgat Milletvekilleri, Sn. Ali Haydar Diriöz, Sn. Prof. Dr. Meserret Diriöz, Sn. Prof. Orhan Arslan, Sn. Fahri Taş birer tebliğ sunmuşlar, diğer konuşmacıların yanı sıra ben de bir konuşma hazırlamış ve “Geçiş Toplumu” konusunda bilgiler vermiş ve aşağıdaki konuşmayı yapmıştım.
Programda sunduğum tebliğ özet olarak şöyleydi;
“Geçiş Toplumu
Saygıdeğer Misafirlerimiz…
“Türk Ocağı’nın Yozgat’ımızda açılmasından dolayı duyduğum sonsuz sevinci ifade ediyor; Önümüzdeki günlerde Ocağın, tartışma, münazara ve mütalaa ortamı ile, Milli şuurun uyanması yolunda en önemli faktör olmasını dileyerek, sizlere “Geçiş Toplumu”ndan, “Bunalım Toplumu”ndan ve “Sosyal Değişmeden” söz etmek istiyorum.
Yeryüzünde bulunan devletler içinde bulundukları duruma bir anda gelmediler. Eski çağlarda şüphesiz ki bütün toplumlar birer “Tarım Toplum”uydu. Ne kadar çok ekilip biçiliyor ve ufak tefek mal üretilebiliyor, hayvancılık yapılabiliyorsa o derece zengin ve müreffeh addediliyordu.
Fakat makinenin icadı, bunun tezgâhlarda, fabrikalarda kullanılması, üretimin birden bire artması, o ülkede pek çok problemi de beraberinde getirmiştir.
Artık, ülke ekonomisinin değiştiği, geliştiği, insanların dünya görüşlerinin daha çok etkilendiği, sosyal dilimler arasındaki büyüyen farkların istismara müsait olduğu bu devreye; “Geçiş devresi”, “Geçiş Toplumu” diyoruz.
Toplum artık cemaat olmaktan çıkıp cemiyetleşmeye başlamış, cemiyetin problemleri de artmaya başlamıştır. Şehirlerde sermaye birikimi olmakta, biriken sermayeler yatırımlara dönüşmekte, neticede zenginler ve zengin olma yolları doğmaktadır.
Bu toplumlar, artık eski kanaatkâr hayatlarını devam ettiremediklerinden, gelişmiş ülkelerin göz kamaştırıcı refahını görüyor. Kendi toplumunun sefalet içindeki büyük çoğunluğunu, refah içinde yaşayan mutlu azınlıklarını görüyor.
Bu insanlar, daha iyi, daha ucuz, daha bol gıda istiyorlar. Daha iyi giyim, daha iyi mesken talep ediyorlar. Yarınlarından emin olmak ve bunu sağlayacak tedbirler istiyorlar.
Sosyal yönden ise; Kalabalık şehirlerde değerler çözülmeye başlamıştır. Eskinin Köyün-Kasabanın mütevekkil insanı şimdi, her şeyi isteyen bir tip olmuştur. O’nun var da, benim niye yok demektedir. Köyde, küçük şehirde olduğu gibi artık mahallede ileri gelenler yoktur. Ağa eşraf yoktur. Örgütler vardır..
Geleceğe güvensizlik, yarından emin olamama, büyük bir tehlike arz etmektedir. Yarın ne olacak endişesi huzursuz insanlar doğurmakta. Günübirlik yaşayan, günübirlik düşünen insanların sayısı artmaktadır. Çevredeki kalabalıklar, trafik, gürültü, arabaların eksoz kokusu arasında insan; Daha da yalnız kalmakta, Taş duvarlar arasında, asfalt yollar arasında kaybolup gitmektedir. Bazen bir tek ağaç, birkaç metrekare yeşilliğe hasret kalınmakta, tabiattan uzaklaşılmaktadır.
İşte bu ortamda, istismarcı guruplar kitlenin kin ve nefretini siyasi aksiyona dökmekte, grevlerle, eylemlerle tahrik ederek, bunalan, arayan, daha mutlu ve müreffeh olmak isteyen insanlara çekici sloganlarla vaadlerde bulunuyor. Onların bu bunalımından yararlanıp, sokağa döküyor. Sosyal dilimler arasındaki adaletsizlikleri istismar ederek hedefine varmaya çalışıyor.
Zaten sol; Dünyada en çok bu toplumlar üzerinde etkili oluyor. Bu toplumlar üzerinde azami tahribatı yapabiliyor. Huzursuz insanların durumlarından yararlanıyor.
Geçiş toplumlarında, demokrasi ve müesseseleri olduğu halde, sosyal adalet gerçekleştirilemediği için, iktisadi demokrasi de yoktur. Herkes üretimden payını sosyal adalet ölçülerinde alamamaktadır. Demokratik müesseseler tam oturmamış olduğundan, müesseselerde ikili bir yapı vardır. En modern ünitelerle, en geri zirai aletleri yan yanadır.
Bu tür geçiş ekonomilerinde dış ticaret daima açık vermektedir. Çünkü sanayileşmek için dışarıdan teknoloji ve makine alma mecburiyeti vardır. Ama bunları karşılayacak kadar ihracat imkânı yoktur.
Milletimizin bütün meseleleri geçim kavgası seviyesine indirilmiştir. Müzakereler, tartışmalar bu seviyeyi aşamamıştır. Heyecan, ideal ve istikbal ufku hem de düşük seviyede iktisadi zenginlik ile sınırlandırılmıştır. Bu yüzden; Bunalımın sebeplerini, muhtemel neticelerini bilmeden ona çare aramaya kalkışmak, kendi hayal dünyamızda bir takım sun’i sebepler uydurmak ve onlarla oyalanmak sonucunu doğurur. Böylece bir neslin enerjisi israf olup gider.
Bu geçiş döneminden en az zararla kurtulabilmek için neler yapmalıyız?
. Yarınından ümitsizdir. Esasen Milliyetçiliğin asıl gayesi; Memlekette, millete dayanan bir rejim kurarak Türkiye’yi modern bir milli devlet haline getirmek değil midir?
Milliyetçiler geleneklere saygılı olmakla, millete yakın olunacağı görüşünde yanıldıklarını görmelidirler. Geleneklere Saygılı olmak için mutlaka milliyetçi olmak gerekmez.
Milliyetçiler millete ulaştıkları ve millete döndükleri zaman onda şu iki ana hususiyeti göreceklerdir.
Birincisi: İslam Dini bizim milliyetçiliğimizin en mühim unsurudur. Ve onun ihmal edilmesi için hiçbir ciddi sebep te mevcut değildir.
Diğer husus: Bizi başka Müslüman cemiyetlerden ayıran gerçek hususiyetlerimiz vardır ki; Bunlar da bizim ayrı bir millet halinde teşekkül edişimizden, yani Türk olmamızdan ileri geliyor. O halde Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrı şeyler olarak düşünülemez.
Fakat milliyetçi aydınların, kendi milletleriyle kaçınılmaz ihtilafa düştükleri şu noktayı göz ardı etmemeleri gerekmektedir. Onlar; milletle kendi aralarındaki farkın kendilerinin üstün milliyetçilik ve ilmi-teknik bilgi ile teçhizattanmış olmalarından ileri geldiğini düşünür. Hatta bütün farkın bundan ibaret bulunması gerektiğine de inanırlar. Fakat temel kültür değerleri dışında pek çok noktalarda ayrı bir hayat yaşamaktadırlar. Ve bu hayatı hiç yadırgamayacak kadar benimsemişlerdir.
Yine milliyetçiler; Milli kültürü temsil ve müdafaa ettikleri yerli-milli bir takım çözümler getirdikleri için, millet ile çabucak kaynaşacaklarını, onlardan istedikleri siyasi-iktisadi desteği kolayca görebileceklerini düşünürler. Bu düşüncelerinde samimi ve heyecanlı oldukları için önemli bir noktayı çok defa gözden kaçırmaktadırlar. Milliyetçiler, şimdilik bir seçkin aydın gurup olarak henüz modernleşmemiş, problemlerle dolu bir cemiyet karşısında, bir bakıma modernizmi temsil etmektedirler. Şu halde kendilerini halka ne kadar yakın veya onunla aynı hissederlerse etsinler, halkın şimdilik yabancı olduğu bir değer sistemini ve hayat tarzını temsil ediyorlar.
Milliyetçiler bu ve bunun gibi meseleleri bir an önce halledip 2000 yılının Türkiye’sini düşünmek mecburiyetindedirler. Türk milletinin bütün meseleleriyle uğraşacak ve onun bütününe hitap edecek bir şekilde hem yayılması, hem de kendini yenilemesi, muhteva itibariyle zenginleştirmesi gerekir.
Milliyetçiliği, bütün teferruatı ile nizamlara bağlanmış yekpare bir sistem haline getirmek, onun temel prensiplerine aykırıdır. Milliyetçilik halka dayanan bir hareket olması gerektiği için, milli iradeye azami serbestlik tanımak, yani demokratik olman zorundadır. Fikir hürriyetine imkân vermeyen bir milliyetçilik düşünülemez.
Milliyetçi görüşün nüanslarını temsil eden düşünce ve guruplar her zaman olacaktır.
Değişen, gelişen dünyada bunalan, kimlik krizi yaşayan geçiş sancıları çeken toplumumuza yönelmek, ondaki kültür ve irfanı milli şuurla birleştirmek mecburiyetindeyiz.
Aksi takdirde Avrupa Topluluğunun sayfiye şehirleri olmaya mahkûmuz.
Hepinize saygılar sunuyorum.”
Not: Konu devam edecek.