Yılını tam olarak hatırlamıyorum ama 60’lı yıllar ve ortaokula gidiyorum. Ben öğretmen olmak istiyordum; dedem beni İmam Hatip Okulu’na yazdırdı (Aslında çok da iyi etmiş!).

Devlet Parasız Yatılı sınavlarına girdim, kazanamadım. Köylü çocuğuyuz, başarılı olsak da şehirde yetişenlerin seviyesinde değiliz. Her sınavı kaybettiğim yıl oturup ağlardım. Dedem kızar, teselli ederdi. Rahmetli, dirayetli bir adamdı.

Ortaokul öğrencisiyim. Yozgat’ta bir yakınımın yanında kalıyorum. Her hafta sonu köye gidip geliyorum. Ekmek, yiyecek getiriyorum. Köyümüz, Yozgat merkeze bağlı Kırım Köyü. Yozgat’a 15 kilometre; yaya olarak üç saatte gidebiliyoruz.

Kış mevsimi, günler kısa olduğu için sabah ezanında kalkıp yola düşüyorum. Cuma akşamı köye gidip pazartesi sabahı okula dönüyorum. Çoğunlukla yaya olarak gidiyorum. Köylülerden birini bulursam peşine takılıyorum; bulamazsam yalnız yola koyuluyorum. Sırtımda da kitaplarım oluyor. Rahmetli ebem kızıyor: “Oğlum, yük oluyor bu kitapları getirme” diyor ama ben dinlemiyorum.

Yine bir pazartesi sabahı, ezan vakti kalkıp yola düşüyorum. Okul kapısı kapanmadan varmam gerekiyor Yozgat’a. Çünkü bazen öğretmenler geç kalınca kızıyor, okula almıyorlar. Tabi şapka ve kravat takma mecburiyeti de var.

Sabah ezanıyla yola çıkıyorum. İki güzergah var: Biri Karani Dere, diğeri Han Özü. Han Özü biraz dolanıyor; genelde Karani Dere ve Kabak Tepe yolunu seçiyorum. Taşıt bulmak imkânsız; arada bir kamyon geçerse kamyoncular ağırlaşıp “Atla arkaya” deyip bizi kasaya bindiriyor, ama o da çok nadiren oluyor.

Evet, o gün yine sabah ezanı vakti çıkıp yapayalnız yola düştüm. Tabi Karani Dere’yi takip edeceğim ama gerçekten karanlık, ödüm kopuyor. Güneş bir doğsa diye dua ediyorum. Ama okula da yetişmem lâzım. Tam Karani Dere’yi çıkmak üzereyim ki biraz ileride bir canavar var. (Kurda bizim köyde canavar derler, koyunlara saldırdıkları için biz de çok korkardık canavardan.)

Biraz irkildim, durdum, bekledim; gerçekten de canavara çok benziyor. Yamaç bir nokta, iki taraf da dere içi… Tam yokuşun çıkış noktası. Biraz durdum, bekledim. Kuzu çobanlığı da yaptığım için değnegime ve taş atışıma güveniyorum. Elime okkalı bir taş aldım. Son noktada taşı gediğine koyacağım.

Bir defasında köpekten böyle kurtulmuştum. Başka bir gün köprü altına saklanmış bir seferinde de ağaca çıkarak köpeklerden kurtulmuştum. Bu defa işim çok zordu; saldırgan bir hayvandan kurtulmak kolay değildi. Aslında çok korkuyordum çünkü yalnızdım ve kendimi koruyacak bir malzemem de yoktu.

Geri dönmek mümkün değildi; okula yetişmem lâzım. Öğretmenlerim beni yok yazar, diyordum. Bazen de “Neden geç kaldınız?” diye çok kızarlardı. Bir müddet hayvanın hareket etmesini bekledim. Saldırış pozisyonu vardı fakat saldırmıyordu. Cesaretimi topladım, üzerine doğru yürüdüm. Yaklaştıkça şekli değişti, karanlık da biraz aydınlanıyordu. Okkalı taş elimde, hareket ettiği an yapıştıracağım. Biraz daha yaklaştım, korkudan titriyordum: şekli bir hayvana benzedi. Bir-iki adım daha attığımda bunun bir hayvan olmadığını anladım. Taş hâlâ elimdeydi, dikkatlice bir baktım ki karaçalı (dikenli bir çalı). Bir anda korkum gitti, gülümseme geldi. Taşı attım, çalıyı asker selamı ile selamlayarak devam ettim. Korkum geçmiş, rahatlamıştım.

Kim tutar beni; o hızla Kabak Tepe’yi aşıp Çatak Boğazı’ndan Yozgat’a ulaştım. Tabi öğretmenlerim ve arkadaşlarım bundan haberdar değildi. Sınıfıma girdim. Okul çantası mı? Çanta ne gezer, köylü çocuğunda! Ayağında Soğukkuyu, sırtında eski bir ceket… Oturduk sıramıza. Derdimizi anlatacağımız kimse de yok! Anlatsak da dinleyen olur mu bilmem.

Şimdi biz bunu çocuklarımıza anlatsak inanırlar mı, sanmıyorum. Şimdi yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında; birçoğu bunu da beğenmeyip trip atıyor. Deseniz ki “Bunlar gerçekse siz nasıl okudunuz?” Orasını da Allah bilir. Galiba heves, azim ve kader bizi adam etti; Cenabı Allah da nasip etti. Ne dersiniz? Okul harçlığı mı, öyle bir şey görmedik biz…

Gönül adamları: dedemi, ebemi, anamı ve babamı rahmetle yad ediyorum; ruhları şad, mekanları da cennet olsun.