AKIL HASTAHÂNESİNDEKİ TÜRK KADINI

Okulda veli-öğretmen görüşmesinde Karadenizli öğrencimin babası: “Ev doktorunun eşini hastahâneye sevk ettiğini, orada yatılı tedâvigöreceğini, söyledi. Ben de; “ Geçmiş olsun! Şifâlardilerim.” Dedim. Fakat o, üzüntülü bir sesle : “Hocam, akıl hastahânesine yatırdılar” deyince, hayret ettim. Çünkü ailece de tanıdığımız bu Karadenizli hanımın bildiğim kadarıyla; yalnız yabancı toplumda yaşamaktan dolayı bazı sorunları vardı. Memleketinde sabahtan akşama kadar tarlada, bahçede çalışırken Almanya’ya gelince, dilinden anlamadığı komşuların olduğu büyük apartmanda küçük bir daireye hapsolmuştu. Gece geç vakitlere kadar çalışan kocası işe, çocukları okula gidince, evde tek başına kalıyor, duvarlarla konuşuyordu. Yaşadığı bu gurbet hayatı onu bunalıma sokmuştu.
Akşama doğru eşimle ismi geçen hastahâneye gittik. Girişte hastanın ismini vererek, ziyârete geldiğimizi söyledim. Burası hastahâneden ziyâde hapishâneye benziyordu. Elinde anahtar demeti taşıyan iri yarı Alman hemşire bizi art arda kilitli kapıları açarak bir odaya götürdü. Hastamız bu odada yarı karanlıkta pencere kenarında sandalyede tek başına oturuyordu. Bizi görünce çok sevindi. Buradaki doktora Almanya’daki hayatının hiç iyi olmadığını, mutsuzluğunu kırık dökük Almancası ile anlatmaya çalışmış, bâzı anlamadığı sorulara da başını sallayarak cevap vermiş. Doktor bunları “Evet” ve hastalığının belirtisi olarak kayda geçirip, yatılı hasta olarak almış. “Burada deliler kalıyor, ben bunların arasında ne yapacağım? Beni buradan çıkarın, ne olur?” Diyerek ağlamaya başladı. Karşılaştığım bu manzara karşısında etkilenerek, bizimle gelen hemşireye; “Bu kadının yeri burası değil, derhal çıkartılması gerek!” diye âdeta bağırdım. Alman hemşire;” Buna ben karar veremem” diye cevap verdi. Bunun üzerine: “Kim karar verecekse derhal onunla görüşmeliyim” dedim. Beni doktorun yanına götürdü. Doktora: “Türk hasta Almanca bilmediği için kendini anlatamamış. Onun sorunu; yabancı bir çevrede yalnızlığı ve çektiği memleket özlemidir. Evinde onu bekleyen çocukları ve eşi var; burada tutarsanız gerçekten hasta olur ve siz sorumlu olursunuz.” Dedim. Doktor anlattıklarımdan sonra iknâ oldu ve hastanın taburcu edilmesini hemşirelere söyledi. Öğrencimin annesi hemen hazırlandı; arabamızla evine bıraktık. Eşi ve çocukları onu karşılarında görünce çok sevindi.
Bu durumun böyle sürmesinin eşini gerçekten hasta edeceğini anlayan öğrencimin babası onun yalnızlığını, memleket özlemini giderecek çâreleraradı. Bir müddet sonra hanımına meşgale olur ümidiyle apartmanların arkasında bulunan hobi bahçelerinden birini kirâladı. Artık Karadenizli kadın, çocuklarını okula gönderdikten sonra; yağmur, rüzgâr demeden, küçük bahçesinin yolunu tutuyordu. Orada bütün gün sebzeleri ve çiçekleriyle uğraşırken gurbeti ve gurbetin dertlerini unutuyordu.

ERCAN

Üstünde siyah kaban, başında siyah bere, siyah sakallı, 40-45 yaşında görünen bir adam önümde durdu. ”Beni tanıdınız mı Hocam?” dedi. Dikkatli bakınca onun eski öğrencilerimden Ercan olduğunu anladım. ”Tanıdım elbette Ercan. Nasılsın, ne yapıyorsun?” Diye sordum. Ercan, bir solukta başından geçenleri anlattı. Türk hazırlık sınıfı ve 10. sınıftan sonra Alman lisesine başlamış; büyük umutlarla girdiği bu okulda kendisine ayırımcılık yapılmış; başarılı olamamış. Bu durumu kabullenemeyen Ercan’ın psikolojisi bozulmuş. Bu okuldan ayrıldıktan sonra, ancak vasıfsız işçi olarak bir fabrikada iş bulabilmiş. Evlenmiş, 2 çocuğu olmasına rağmen evliliğini yürütememiş, boşanmış. Psikolojik sorunları yüzünden iş yerinden hastahânelere düşmüş. Genç yaşta ruhsal hastalığı nedeniyle, iş göremezlikten emekliye sevk edilmiş. Ercan: “Lisede yaşadığım başarısızlık hayatımın dengesini bozdu…” diyerek cümlesini bitirdi. Ercan’a ne diyeceğimi bilemedim. “Mevcut olanla mutlu olmaya bak, sağlığın her şeyden önemli” desem de, dinlediklerimden çok üzüldüm.Sürecek