Geçtiğimiz günlerde, internette rastgele dolaşırken bir video çıktı karşıma:
"Bal arısı zehri meme kanseri hücrelerini öldürüyor."

Bir başlık bu kadar mı çekici olur?
İzledim. Üzerine düşündüm. Araştırdım.
Bilimsel olarak net bir karşılığı yoktu belki ama “tamamen yanlış” da denilmiyordu.
İnsan, bazı cümlelere hemen inanıverir ya, işte öyle bir şey…
Bu cümle zihnime çengel attı, günlerce peşimi bırakmadı.

Ben, yıllar önce kanser tedavisi gördüm.
Ve tuhaf ama gerçek:
Hiçbir arı beni bugüne dek sokmadı.
Ne bir yaz tatilinde, ne bir çiçekliğin kenarında, ne de bir orman yürüyüşünde…
Ben hep arılardan uzak durmuşum, arılar da benden.

Ta ki dün öğle saatlerine kadar.
Evin balkonunda, kendi sessizliğimle baş başaydım.
Birden keskin bir acı…
Bir arı.
Beni soktu.

Korkmadım.
Daha çok şaşırdım.
Sonra düşündüm…
Ben günlerdir arılarla ilgili bir şeyler düşünüyorum.
Bal zehri, kanser, doğa, iyileşme, umut…
Peki ya…
Evrene gönderdiğimiz enerjiler, bir yerlerden geri mi dönüyor?

Yoksa biz, ne düşünüyorsak onu mu yaşıyoruz?
Bilinçaltımız mı çağırıyor her anı, her acıyı, her şifayı?

Arının sokması elbette bilimsel olarak basit bir olay.
Ama insan kalbi öyle değil.
Biz her olaya anlam yüklemeyi seviyoruz.
İçimizde bir çocuk var sanki hâlâ, mucizelere aç.

Ben de dün o çocuğu dinledim.
Arının soktuğu yer sızlarken, içimde tatlı bir huzur vardı.
Çünkü o acı bile bana yaşamı hatırlattı.
Hâlâ buradayım.
Ve hâlâ bir şeyler bana dokunabiliyor.
Bir video, bir arı, bir tesadüf…

Kim bilir…
Belki de gerçekten hiçbir şey tesadüf değildir.
Belki de en derin iyileşmeler, en küçük sokmalarda gizlidir.

Ve belki de evren, sadece hissettiklerimizi yankılıyor.
Delil yok, ama his var.
Tesadüf yok, ama anlam çok.