Bilim adamı diye geçinen onlarca karamsar, Marmara’da heran deprem olacak İstanbul'u felaket bekliyor, faylar çok enerji yüklendi, tarihi yapılar tehlikede, tsunami ve dev dalgalar geliyor, şuralarda oturulmaz, yanacağız, biteceğiz falan filan.. Konuşurken çolu-çocuğu bile düşünmüyorlar, Sanki İstanbul'da kimse yok. Bir gram huzur bırakmıyorlar.

Allah korusun 10 şiddetinde bir depreme maruz kalsak bir defa öleceğiz, ama bu bilimmi, filimmi, ölümmü ne adamlarıysa onların yüzünden hergün ölüyoruz. Eğer bilim adamıysanız olası depremlere hangi tedbirleri almalıyız, bu hattın eksikleri ne, statik yapılar ve inşaat teknikleri nasıl olmalı, korunma, toplanma, saklanma, stratejik dağılım, kentsel dönüşüm, acil tahliye alanları, ekonomik profil, kriz yönetimi vs. gibi öncelikleri konuşup broşürlerle, fragmanlarla bilimsel tespit, tenkit ve tedbirlerinizi anlatsanıza…Orhun1

İç karartan bu tür haberlerin huzursuzluğu ve endişesiyle olsa gerek, kardeşim Tunay; “Abi Marmara’da deprem olacak deniliyor. Ayasofya'yı, Galata Kulesini, tarihi camileri, Topkapı Sarayını, surları falan görmeden Allah korusun bir felaket olursa gözümüz arkada kalır.”dedi. Geçtiğimiz yılda fırsat bulup İstanbul'a yolumuz düşünce şükürler olsun ki görmek istediğimiz birçok yeri dolu dolu gezmek nasip oldu.

İstanbul Arkeoloji Müzesini gezerken Kanadalı Türkolog bir aileyle tanışıp uzun sohbetler ettik. Karşılıklı ikramlarımız oldu. Bize Selimiye Camiini gezdinizmi? Dediler. Tunay; “Hayır efendim ben İstanbul'a ilk defa geliyorum, Edirne'yi hiç görmedim.”dedi.

Kanada'lılar hayret ederek; “İstanbul’u görmek 10 üniversite bitirmek gibidir. Mısır’a, Mezopotamya’ya, Asya’ya, Avrupa’ya açılan tüm yollar burdan başlar. Mimari şaheserler, sanatsal harikalar, gözde tarih hazineleri yine burada. Türkiye'de yaşamanıza rağmen ilk defa görmeniz bile şaşırtıcı.” Dediler.

Tabiiki kızararak dinledik onları.. Çinili Köşk'ü, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Kadeş Barış Antlaşması Tabletleri, Sidamara ve İskender Lahitlerini beraber gezdik. Hanımefendi Hocamız kaç müze gezdiğimizi ve en çok hangi kültürlerden etkilendiğimizi sordu. Saydık işte Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Nemrut Harabeleri, Akdamar Adası, Sumela Manastırı, Kınidos, Kapadokya vs. Bizde az yer gezmedik yani. Tunay’a dönüp; “Müzeleri ve ören yerlerini gezerken okulda öğrendiğiniz tarih dersleriyle kıyaslıyormusun, mesela insanların yerleşik kültüre ne zaman geçtiğini, ticarete ne zaman başladıklarını, hangi sorunlar nedeniyle savaştıklarını, mimari üsluplarını, musiki figürlerini, göç güzergahları, yaşam için tercih ettikleri coğrafik koşulları, geçim kaynakları, günlük yaşamlarından kesitler, beslenme, barınma ve giyim tarzları, sergiledikleri medeniyetle insanlık tarihine ne gibi katkıları olduğunu, bu gibi meraklarınıza ait bilgileri hangi kaynaklardan ve nasıl temin ediyorsun.?” Deyince ikimizde kafamızı önümüze eğdik ve bir müze nasıl gezilir, tarihe hangi açıdan bakılır onu dahi bilmediğimizi anladık. Sadece müze deyip geziyormuşuz meğer.

Orhun

Gelişmiş bir ülkenin yetişmiş bir insanından kısa sürede çok şey öğrenmiştik. İstanbul Arkeoloji Müzesini, Topkapı Sarayını, Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcını beraber gezmiştik. Onlar sayesinde bakılması gereken yerlerine bakarak, görülmesi gereken yerlerini görerek.

Bize gezdikleri yerleri anlatıyorlardı. Türkolog oldukları için Uzak doğu Rusya’yı, Türkistan’ı, Moğolistan'ı, Orhun Kitabeleri'ni gördüklerini, Aral Gölü ve çevresini, Manas anıtını, Buhara Kentini, Nizamiye Medresesi'ni, branşları kapsamında Anav, Tagar, Karasuk, Kelteminer, Afanasyevo, Andronova kültürlerini, Türk tarihinin ilklerinden izlerine bir güzergah çizdiklerini anlatırken, Türkiye'de de Şanlıurfa'yı, Efes'i, Edirne'yi, Nemrut Harabelerini, Sumela Manastırını, Ani Harabelerini gezdiklerini söylüyorlardı. Bize onların karşısında zaten konuşmak düşmezdi. Saygı ve hayranlıkla susarak dinliyorduk.

Tunay sordu; “Bende merfak ediyorum, her gezdiğimiz yerde İtalyan, İspanyol, Amerikalı, Japon, Alman, İngiliz, Fransız turistlere sık rastlıyoruz. Kanadalılarda mı çok geziyor.?” dedi. “Evet.. Bizim ülkemizin gelir seviyesi sizinkinden biraz daha iyi. Eğitim kurumlarımız daha aktif. İnsanlarımızda seyahate meyilli. Coğrafyamızdan olsa gerek, hiçbir ülkeyle diplomatik sorunlarımız da yok. Dünya’nın her yerini rahatça gezebiliyoruz.”dedi. Sonra gördüğü yerleri sayıyordu Kostarika, Meksika, Şili, Peru, Malezya, Japonya, Avrupa, Afrika vs. vs..

Bizde İstanbul'u gördük diye hava atacaktık. Hevesimiz kursağımızda kaldı.
İmrenerek kıskanırken, nerden çattık bunlara dedik içimizden. Eğitimde, birikimde, öğrenme yön ve güzergahımızda vizyonumuzun ne kadar sıkıntılı olduğunu anlayarak Ankara'nın yolunu tuttuk.

Acaba olası deprem öncesinde İstanbul'u gördük diye sevinsekmi, yerimizde sayıp patinaj yaparak bakarkör gezdiğimizi anladığımız için üzülsekmi diye düşündük. Bakış açımızı revize edip heryeri tekrar mı gezsek dedik birbirimize.

Bir mahcubiyetimizde şu. Kanadalı Hocalar Selimiye Camiinin mimari dehasının yanında Balkan Savaşlarında Türk askerlerinin kıtlık yüzünden süpürge tohumlarıyla yaptığı acı ekmekleri, Balkan Şehitliği ve Anıtı'nı, Edirne İslam Eserleri Müzesini, Beyazıt Külliyesini, Kırkpınar ve dillere destan güreşlerini, Mimar Sinan’ı, Şükrü Paşa’yı, 2.Murat’ı da anlatıyordu. Yani bize bizi anlatıyorlardı. Galiba bizimde kim olduğumuzu tam olarak öğrenebilmemiz için Orhun’dan, Yenisey’den başlayıp, Viyana'ya, Estergon’a, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne, Rijeka’dan, Avlonya’dan Hitay’a kadar antenleri tam kapasite açıp bilge rehberler eşliğinde gezmemiz gerekiyor. Tarihimizi bilmemek, helede başkalarından öğrenmek çok acı.