1975’li yıllarda sokakta bulunan pek çok insan kendisini Ülkücü olarak görür veya sempati duyardı. Ya da bize öyle gelirdi, Bu yüzden her türlü insan, hatta bir birleri ile bir araya gelme ihtimali olmayan insanlar bile MHP’li olduklarını beyan ederlerdi.)
“Derneğin tasvip etmediği kişiler ağabeyleri vasıtasıyla iş bulmakta ve okullara girmekteler. Ve derneklerin otoritesi sıfıra inerken derneğin dışında ve üstünde bir otorite meydana gelmekte. İşlere onlar karar vermektedirler. Bu durumda büyüklere ve ağabey durumunda olanlara karşı acayip fikirler beslenmesine sebep olmaktadır. Büyükler de kendi çıkarları için gençleri kullanmak yoluna gitmekte, dolayısı ile o büyüğü-ağabeyi sevenler ve sevmeyenler diye iki gurup meydana gelmekte, birisi “falanca ağabey çok iyidir” derken, diğeri “ondan adam olmaz” diyebilmektedir. Derneklere hükmetmek ve onları tahakkümleri altına almak isteyen büyükler, Ülkücü Gençliğin ikiye bölünmesine sebep olmaktadır. Dernek mensuplarına evvelden beri devam eden alışkanlıklarından ve büyük olduklarından herkes emirler vermek istemekte, gençler ise herkesin emirlerini dinlemek istememektedirler. Neticede Dernekle Ülkü-Bir-MHP arası açılmakta, büyükler gençleri laf dinlememekle, küçükler de büyükleri, kendilerini anlamamakla ve kendileriyle ilgilenmemekle itham etmektedirler. Büyükler ve Ülkücü sandığımız okul idareleri tarafından taltif-takdir gören gençler de derneği dinlememekte, emirlere itaat etmemekte, dernek başına problem olmaktadırlar. Okul idareleri ise kendilerine kukla olacak kişilerle ilgi kurmaktadırlar.”
(Evet; O günlerde durum böyle idi. Dışarıdan bakıldığında görünüş itibariyle herkes Milliyetçi-Ülkücü görüşleri benimsemişlerdi. Fakat biz durum ve olaylara içerden baktığımız için çok da mutlu olamıyorduk. Canla başla çalışıyor, eğitim, seminer, kitap dergi konularına mümkün oldukça çok fazla önem vermeye çalışıyorduk. Yine de oturmuş kurallarımız ve kaidelerimiz pek fazla olmadığı için, herkesin kendine göre ileri sürdüğü kurallar, kaideler, yine herkesin kendisinin olmasını istediği şeylerdi. Bu şeyler de bilgi birikimine, hareketimizin yayınlarının takip edilmesi ile elde edilmiş bilgilerden meydana gelmediği için ister istemez bir bütünlük arz etmiyordu. Biz dernekte ne kadar çabalarsak çabalayalım, oluşan hava ve sokağın sesi bizimkinden daha gür çıkıyor ve basın yayın organlarında yazılan çizilenler arkadaşlarımız üzerinde etkili oluyordu. Zaten bazıları için eğitim ve seminer boş işler mesabesinde idi.)
“Ülkücü olduktan sonra ukala olmamız baş meziyetlerimizden birisi. Ülkücü oldum diye dayı dayı gezmek, ukalalık yapmak, hır gür çıkarmak büyük marifetmiş gibi görülmekte. Büyük şehirlerdeki hareket tarzları küçük şehirlerde de uygulanmak istenmektedir. Kültürel faaliyetlerden çok kavga ve dövüşler taşraya aksettiğinden, iyi Ülkücülük; iyi kavgacılık, iyi dövüşçülük zannedilmekte, bunun aksini iddia edenler ise korkaklıkla damgalanmakta. Büyükşehirlerde okuyan kişiler umumiyetle taşraya geldiklerinde sadece oralardaki kavgalardan, yürüyüşlerden, mitinglerden, forumlardan ve de kendisinin kahramanlıklarından orada burada anlattıkları için, dinleyenlerin kafasında sorular kalmakta, kültürel faaliyetlerin, seminerlerin lüzumsuzluğu kanaati uyanmakta. Teşkilatın; Kavga dövüş istemedikleri, yürüyüş, forum yapmadıkları için geri geri gittiği zannedilmektedir. Ve bu düşünce maceraperestler, heyecan arayanlar arasında rağbet görmektedir. Mademki teşkilat önemli değildir, kavga dövüş var, kitap okumaya ne gerek var? Okumadan da nasıl olsa Ülkücü olunabilmektedir düşüncesi hâkim olmakta.”
(Bu durum çok çelişkili bir durumdu. Biz Genç Ülkücüler Teşkilatına girdiğimizden itibaren ilk gördüğümüz şey, her hafta sonu hiç aksamadan verilen seminer ve diğer günlerde de akşamüzeri derneğimizde yapılan sohbetlerdi. Bu seminerler ve sohbetler elbette bizlerin yetişmesi, bilgili olması ve inandığımız davanın ne olduğu ve ne olmadığı konusunda hem kendimizi-davamızı etrafımıza anlatmak ve hem de komünistlere karşı verdiğimiz mücadelede kendimizi savunacak kadar bilgi sahibi olmamızı sağlıyordu. Elbette olması gereken buydu. Böyle olmasına rağmen herkes bu konuya ya önem vermiyordu, ya da önem vermek gerektiğini bilmiyordu. Kuruluştan itibaren Memduh Şenol ağabey ve diğer büyüklerimizin seminerlerinin ben de müdavimi olmuştum. Her cumartesi verilen seminerleri aksatmamaya çalışıyordum. Daha önceleri okuduğum pek çok tarihi kitaplardan edindiğim bilgilerle burada verilen bilgiler çok örtüşüyor ve ben daha da çok bilgi sahibi olmuş oluyordum. Bu durum benim açımdan çok faydalı oluyordu. Memduh Ağabeyin memuriyete atanması nedeniyle Sorgun ilçesine gidince Ankara Hukuk Fakültesinde okurken okulda ve ocakta faaliyet gösteren ve okulun bitmesi ile Yozgat’a gelen Adnan Serbes’de seminer veriyordu. Memduh ağabey ayrılmadan önce ben de bazen seminer vermeye başlamıştım. Daha sonra bu verdiğim seminerler sıklaştı, Adnan Serbes’in askere gitmesi nedeniyle dernek ve idaresi benim üzerime kalmıştı. Ben de kaldığımız yerden seminerlerimize hep devam ettim. İş başa düşmüştü kendim seminerler veriyor ve ya Yozgat’ta bulunan başkaca ağabeylerden de seminer vermelerini sağlıyordum. Seminer ve sohbet benim için birinci öncelikli bir konu idi.)
“Teşkilat yöneticileri ise umumiyetle tecrübesiz fakat şahsi kabiliyeti olan kişilerden meydana gelmekte. O kişi gidince dernek bocalamaya girmekte veya “falanca giderse biz bu işi beceremeyiz”, “filanca olmazsa bu iş yürüme”, “falanca ağabeyin tasvibini almazsak iş yapamayız” gibi düşünceler hâkim olmaktadır.”
(İşin gerçeği böyle idi, bizim hiçbir tecrübemiz yoktu, Lider, teşkilat, sıra, saygı, eğitim, seminer vs. bildiğimiz konular değildi. Çok önemli teşkilat içi eğitimlerden de geçmemiştik. Büyüklerimizden ne görüyorsak bilgimiz ve tecrübemiz bunlarla sınırlıydı. Biz teşkilat konusunu, insanları idare etme konusunu, fikirlerimizi genç arkadaşlara aktarma konusunu yaparak ve uygulayarak öğreniyorduk.)