70’li yılların Eğriöz’ü Amazon deltasını andırır ihtişamda heybetli ağaçlar ve gür yeşilliklerle kaplıydı. Acıpınar’ı Kanak Çayına bağlayan patika yolun iki tarafı iğde, güvem, kuşburnu, vişne, cehri, böğürtlen, akasya ve kırmızı-beyaz gül formasyonundan sarmal tünelsi bir koridordu ki; helede çiçek dönemi o esansı kokular, senkronize yüzen balıklar, her çalıda kelebek kareografisi, kuş cıvıltılsı, arı vızıltısı, börtü-böcek melodisi, su şırıltısı, rüzgar resitalleri ve saymakla bitmez gizemi, görseli, görkemi kim anlatabilmiş ki ben anlatayım. Allahım o egzotik atmosfer, o masalsı efsunun tasfiri nasıl olur bilemiyorum ki…

En berrak sular, en yeşil desen, masmavi gökyüzü, ballı meyveler, leziz sebzeler, zengin flora, vahşi fauna, her türden çiçek ve bitki dekoru ordaydı. Panoramik tablo kış-yaz rengarenkti. Keklik pınarın altındaki naneli sıklıktan, gobelekli çevliğe zor geçilir, Tuna’nın kelikten Müsellim’e uzayan yamaçlar elma, erik, ahlat, şekerpare kayısılar, taş armutlar ve sarılı-kırmızılı yemşen kahılıydı. Yav o nası bi bereketti gurbanınız oluyum, nimetleri kolları-dalları taşıyamazdı. Geçiş yollarına sarkan asmaların Kınalı Yapıncak, Kadın Parmağı, Hasan Dede ve Emir cinsi üzümleri albeniyle ışılar, kıyısı-kıranı helik taşla örülü mor sümbüllü bağların içi ev gibi görülürdü. Gözde mülklerin şanslı sahipleri o kutsi estetik yetmezmiş gibi birde sağa sola allı-güllü süs bitkisi diker, entellektüel kırışkanlıklarıyla ortama daha bi romantik cazibe katarlardı.

Atom bombasından beter doğa katili o zirai ilaçları kimse bilmezdi. Herşey hava, doğa, sudan ibaret natürel sefa ve sadelikteydi Tasvirinde güçlük çektiğim ekosistem sanki rüya gibiydi. Aklınıza sığmaz renk beneğinde milyonlarca kelebek, kanatları polen yüklü arılar, çığlık çığlık ötgen kuş sürüleri, börtü-böcek sesi ve ninni gibi uğuldayan rüzgarın ritmiyle dans eden tabiat, senfonik duygusu tarifsiz ilahi bir orkestraydı. Farmakologların, toksikologların arayıp bulamayacağı en endemik otlar, içi balık dolu tertemiz akarsu, kıyıları gerdanlık gibi çalı, kavak, söğüt sıklıkları tam bir dekoratif cazibeydi. Adım başı pınar, sınır başı göze, tüm vahalar taş çevrili eşmelerle doluydu. Pınar, eşme, göze, bungüldek herneyse; hepsininde akarının sulağına ya sebze karığı çevrilir, yada süs bitkisi, yonca, çayır ekilirdi. İnsan eli değmemiş ilgisiz, unutulmuş bir karış yer bulamazdınız.

Taşlıyerden, Gümüşpınar’a inen kıvrımlı yolun sonu dik bir falez, falezin ortasında İnkaya, dibindede Soğla dediğimiz derin bir su girdabı vardı. İnkaya dediğimiz taş mağara herkesin ikinci eviydi. Hakim manzarasından etrafı seyreder, azıklarımızı çıkar orda yer, balıklarımızı orda közler, yağmurdan, doludan oraya girer saklanırdık. Korunaklı tepeleri, derin kanyonları ve sulak zeminiyle Ariz’in farklı bir mikroklimatolojik bir iklimi vardı ki, ülkemizde yetişmesi imkansız tek tük tropikal bitki ve deniz kuşlarına bile rastlamanız mümkündü. Fundalık kaya araları dahil tüm mekanlar Yavrağzı, Ağaç Minesi, Çiçi Oğlağı, Gül, Gelincik, Papatya, Mine, Sardunya, Petunya, Ortanca, Kasımpatı, Krizantem, Şebboy, Şebnem, Akşam Sefası, Sabah Sefası, Abelya, Açelya, Zambak, Siklamen, Şakayık, Yasemin, Begonvil ve Leylaklarla doluydu. Enfes kokularıyla insanı büyüleyen Soğla, Ariz’in en egzotik, en masalsı korusuydu.

Delice Irmağına kol olan Ariz (Eğriöz Çayı) köyümüzün 7 km güneyinden geçerken, işte tam bu taşlık yerde 2 metrelik sekiden şelale olup Soğla’ya düşer, sert debisiyle oluşan çukurunda ürkünç bir anafora dönüşürdü. Tüm Ariz’in en geniş ve en derin suyu burasıydı. Azametli ağaçlar, zehirli mantarlar, korkunç yırtıcılar, Puhu, Kartal, Kerkenes, Toy, Bağırtlak, Alopal, Hüthüt, Üveyik, Baykuş gibi özellikle geceleri ürkünç öten kuşlar, büyük balıklar, su tosbaası, kurbağalar, porsuk, vizon, samur, su iti, alocan, kurt, tilki, tavşan, doğan, şahin, delirce, kara yılan ve her türden anfibi canlı burdaydı. Atol Adaları görkeminde platin kumlu mini sahilleri ve çavlaklar bile vardı. Kumsal vardı, sahil vardı, bataklık vardı, hışırlık vardı, çalılık vardı neler yoktu ki. Mitolojik efsun ve efsanelere yatkın bazı hayalperest tipler, bu mevkilerin masalsı gecelerini öyle destansı efsun ve öyle gizemli korkular yükleyip anlatırlardı ki, akılalmaz canavarlar, konuşan yılanlar, kılıktan kılığa giren conguluslar, cinler, periler, katiller, eşkıyalar, hortlaklar dolaşıyor der ürpertirlerdi. Hatta kalbimizi temiz tutup, bazı duaları da bilmemiz halinde dile gelen mübarek hayvanlar, koruyucu melekler ve nur yüzlü piri fanilerin birden ortaya çıkıp ibadet ehillerine yardım ettiğini söyler, bu uyduruk anlatılarıyla mekanın egzotik gizemiyle adrenalinimizi yüze katlarlardı.

Soğla’ya ancak iyi yüzen çılgın babayiğitler girer, kimseyide o girdaba yaklaştırmazlardı. Biz kıyı-kenar çalıların, çevliklerin arasından, güneşe karşı karınlarını ışılata ışılata yüzen kaya kefallerini can atarak izler, ütopit yakalama hayalleriyle iç geçirirdik.

Ariz’in sığ yukalarına kıstırılan sazan ve kefaller, giyilen geniş pantullarla ayaklar birbirine değecek şekilde oturulup, bacaklar arasına oluşan havuzda hapsedilip tutulur, tutulan balıklar kıyıdan takip eden toplayıcıya kotelenir, o da söğüt şıvgınından bir çatala düzer taşırdı. Kilometrelerce yürünülen su boyunda hertaşın arası, tüm hışırlı kökler, milekli hortumlar her geçişte tek tek karıştırılır, balık aranırdı. Nerde olursa olsun bulandırılan suda büyük olsun küçük olsun herhangi bir balık ele değdiğinde o desibeli yüksek bağırışları, panik naraları, o emsalsiz adrenalini, o kontrolsüz sevinci, o çılgın yaygaraları kim anlatabilmişki ben anlatayım. Parfmak kadar balık değiyor; “Anam kolen oluyum yarnaça gibi” diye bir yaygara, herfkes orada… Allahım evrende, kozmozda, kainatta ondan büyük bir neşe, odan gerçek bir mutluluk, ondan üstün bir keyif, bir his, bir zevk veya huzur varmıdır ki acaba. Olabileceğine zaten hiçbir Alcılı inanmaz.

Sarıbayırın verepteki Eşrefin Değirmen’den, Kodallı Köyü’nün altındaki Cemelli bostanlarına kadar bas bas bağırarak balık tutar, uçar adım koşardık. Sondurak Cemelli bostanlarına tusa tusa dalar, aşırdığımız şemşâmer kellerini, misirleri, hıyarları, kavun, kelek, gırmızı, suvan, biber ne yolduysak Ariz’e koteler, Dipicinin ağmece kadar deli deli kaçardık. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra çaldığımız nevaleler Ariz’in akıntısında çok az bir fireyle elimize ulaşırdı.

Eee şimdi noreciik.. Helbetteki İnkaya’ya çıkıp, 3-5 kucak kuru bağ çitilgisi yakıp, korunda balıkları közleyecek, isli çaydanlıkla çay demleyip, aşırdığımız öteberileri ekmâamizinen yiyeciik. Hava garanmıya doğruda şemşâmer çitliyerek, kelek yiyerek, “Kız Almaca”, “Diynek Doöşü” oynıyarak köyün yoluna düşeciik… Varsın Dünyadaki en zenginler Havai’de, Maui’de, Karaiblerde, Provence-Coted’Azur’de, Capd’Antibes’te, Maldivlerin Cocoa’sında, Meuru’da, Cayman Adalarında, Jurassic Coast’ta nerde tatil yaparlarsa yapsınlar. Varsın yedi yıldızlı otellerin okyanus koylarına uzanan kristal masalarda mavi yengeç, Matsutake mantarı, beyaz inci albino havyarı, Ayam Cemani siyah tavuk, Japon Wagyu biftekleri, kuru kürlü İber jambonu ve geyik peyniri yesinler, noörürlerse görsünler heçbiri gerçek zevkin, şölenin, muhabbetin en zirvesi şöyle bir sufraya bağdaş kurabilirlermi. Varsın en pahalı viskileri, Dom Pérignon Vintage Şampanyalar, Hine Antique Cognac içkisi, en bulunmaz Kopi luwak kahveleri içsinler. Şöyle bir isli çaydanlığın sırlı lezzetini, demli muhabbetini tadabilirlermi.

Yav hiçbir kul, hiçbir adem, hiçbir han, hiçbir hakan, kağan, sultan, kral, padişah bizim kadar zengin, bizim kadar mutlu, bizim kadar şanslı ve özel bir kul olamazdı. Özgürlük nimetinin tadını hiçbir kuş, hiçbir balık, hiçbir canlı bizim kadar yaşayamazdı. Zaten Cenab-ı Allah Ariz’in burda olduğunu bizden başka kimseye göstermiyordu ki. Gurbannar olduğumun en özel kulları, en zengin mutluları ve en keyifli tatilcileri bu alemde sadece bizdik.

O zamanlar alayıcıımızında tek imrendiği zengin Anşe Bibiydi. Anşe Bibinin gişisi Çanakkale’de şehit düşmüş, genç yaşında dul kalınca ömrünü çocuklarıyla işine adamış, doğayı, hayvanları yüreğinden seven ibadet dirisi, nur yüzlü, ezgin ruhlu zararsız bir melekti. Soğla’ya sahil hakim tepede etrafı sur gibi dikenli gül ve iğdelerden çevrili, içi-dışı masalsı güzelliklerle süslü zümrüt bir bostanı vardı. Estetik ruhu ve titiz emekleriyle heryerini nakış nakış işlediği bostanının adını köydekiler İrem Bahçesi koymuştu.

Gocelilerin Kehdeki Garacaağaçların dibindeki böyük eşmeye de Gümüş Pınar denirdi ama, Rahmetlik Gişisiyle oğlu Gıpılı Emminin yaptığı derin oluklu asıl Gümüş Pınar bu efsane bostanın tam ortasındaydı. Lülesinin şırıltısı, oluğunda yüzen şibilerin vak vakları, tavuk gıdaklamaları, köpek ürmesi, güvercin ötüşleri ve arı uğultuları tâa Soğla’dan duyulur, meraktan aklımız giderdi ama ne o pınarı, nede o bostanı korunaklı çalılardan birtürlü göremezdik.

Yaz boyunca durduğu damlı keliği, korunaklı pinesi, tavuğu, cücüğü, bodusu, şibisi, culuğu, atı, eşşeği, halı-kilim serili haymalığı, yastık dizili sediri, gabı-gacağı, çoğu eşyası ordaymış. Köyde herkes goca tarlayı köşk gibi döşemiş, yağ döksen yalanır, hergün silip-süpürüyo, evinden daha temiz diyordu.

“Orda gözer gibi şemşamerler, lôo gibi bosdanlar, gafa gibi gırmızılar, pampıh gibi gôo pahla, goşam goşam madenis, hoter gibi suvanlar, tohaç gadar pürçüklüler, sumsa gatlek gaysi, helke gibi armut, eşgi elma, guş elması, gavurma erikleri, gül üzümü alayıcııda bi ayrıhsı gardaşım.” Dediklerinde giremesek bile öyle etrafında dolanırdık. Bu cezbedici laflar yüzünden herkes bigi bende oraya bi dalmak, öteberi çalmak, çırpmak için can atardım. Kıyısından köşeşinden bi tumma operasyonuna yeltensek, sur gibi dikenli çalıları şevkimizi kırardı. Dahası “Longur itleri varki adamı buğar, hadi onlardan kurtuldun, Hızır Aleyhisselam bekliyomuş, niyetini bozanı depesinin üsdüne yere çahıyo” deyip korkuturlardı.

Benim gibi böyükbaş mallarını güdene “Mal Uşâa”, atlarını güdene de “At Uşâa” derlerdi Mal gütmek bek zorudu. Gün depiye gelinci danayı, düveyi buğalek dutar, apırcın olup cinnenir, ekin-bostan, tarla-tapan demeden tam-tırıs kaçar, zapdedemediğinizde de hemi mülk saablarından, hemide kır bekçilerinden biton zopa yerdiniz. At Uşâa öyle değildi işte. En güzel otlu yerlere zikkeyle örkleyip, akşama kadar serbestçe oyun oynarlardı. Refah düzeyleri Holiwood yıldızlarında yoktu. İtibarlarına bek imrenir, gendimizi yanlarında hep ezik hissederdik. Onların üsdü-başı hemi temiz, hemi yamalıhsızdı. Toplum içinde tavatır hatırlı, elit ve sosyetiklerdi. Onlar mal uşâanı hep küçümser, tepemizden bakarlardı. Utangaçca semeleştiğimizden dikelemezdik bile.. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen, şimdi bile herhangi bir ortamda, düğünde-bayramda eski bir at uşâana ıraslasam, hâlâ çekinerek toparlanır, istem dışı utangaçlıkla saygı ve hörmete bürünürüm.

Bir öğlen mal uşâanın liderleri, azıklarımızı açmadan, etraftaki bağ ve bosdanlara meyve-sebze, üzüm, bosdan çalmak için hırsız grupları tertip etti. Ben küçüktüm ama Anşe Bibinin bostana yeşil soğan, domates, biber, hıyar, mısır ve madenis çalmakla görevli cevval kabineye atandım. Hatta dutabilirseniz 2 tanede şibi çalın dediler. Erkeksen hadi gitme. Bi ton zopa yen ve dışlanın. Her grup görev mahallerine hızla operasyona çıktı. Yürâam gurp gurp atıyo, korkak ve ürkek adımlarla en arkadan gidiyordum. Çete’nin sıhlıhdan edirafda çoban, çeltek, çona varmı diyi eyi bi kişifledik. İngaya’nın ardından tusa tusa biyaz güllerin dibindeki tilki şarı gibi bir tünelin ağzına geldik. Gümüş pınarın şırıltısını duyacak kadar yaklaştık.

İğde köklerinin dibinde İlk defa gördüğüm zula bir oyuktan sürünerek bosdana girdik. Guş ditmesin diyi kelleri bürük, melefe ve laylun dolalı şemşamerlerin arasından çam ağacına benzer kendirlerin dibine tusup edırafı kişiflemeye başladık. Kendirin dibinde 6 dene şibi yımırtası vardı. Efsane Gümüş Pınar tam yamacımızdaydı. Kâbe’yi görmüş gibi heyecanlandım. Oluğunun gıyısı-gıranı ev gibi süpürülmüş, önündeki düzlüğe geyik motifli bir kilim serilmişti. Hemen bitişiğinde yorganlı-döşşekli tahta sedirde Anşe Bibi uyuyordu. Depesi hışırdım gibi gaysi kahılı ağaca çatıh, muşamba korunaklı tahta rafda 3-5 zehen, pahır taslar, irili ufaklı ilâançe, meşiref, çömçe, guşşene ve sitil diziliydi. Tam yanında ağzı melefeli, guma depesi aşşaa komülü çokelik çanakları vardı. Geberik gibi yatan tüyü bozuh ala bi it, yanındada çilçapar bi kedi goyun goyunaydı.

Yazının yabanın tam ortasında goca bi avlu, tam tekmil bi ev. Tarifsiz aksiyonu, egzotik dokusu maceralı manzarasında sabit. Yağ güllerinin arasındaki süpürülmüş düzlükte 3 tehliz çuvalınan, 2 galeyli helke, isli bi teşt, camız eriklerine asılı 2 gozer, 1 halbır ve içinde ne varsa bidene de küpeli kazan vardı. Fişnelerin dibindeki binek daşının yanlarında eşşeğin semeri, geçgere, sıyırgı, dirgen, galıç ve anadutlar duruyo, ikisi çil, biri biyaz, 6’sı garışıh ışılahlı 9 şibi güne yamaç yatmış yaarnlarını gaşıyo; 2 dene gürk tavuk da 9-10 cücüğyünen eşeğin gurbesinde teşiniyodu. Altın sarısı kayısılar, daş armutlar, kurtlu elmalar ve gavurma erikleri bir kısmı yerde, bir kısmıda dilinmiş pınarın kupeştesinde kurumaya seriliydi. Yeni sulanmış karıkların kelilerinden yeşilli-biyazlı hıyarlar görünüyo, soğan pürleri, biberler, pahlalar, madenis, soğukluk, gırmızılar, kumpürler, misirler, gabahlar dipdiri, pasparlaktı. İğde ve gül kokularının birbiriyle yarıştığı bu yemyeşil yer hakkaten Cennetmiydi ki. Hırsızlık niyetiyle gitmemize rağmen o tertemiz yaş karıklara basıp, sebzeleri yolmaya hiçbirimiz kıyamadık. Varlığımız, nefesimiz, ayak izlerimiz bile o kutsi mekanı kirlendiriyordu ve bu günahı hepimiz hissediyorduk.

İplikli pahlaların dibine zaar bi it daha yatıyomuş. Birden hışırtıya irkildi ve ürmeye başladı. Biz panikleyip kaçışırken, o ara Anşe Bibi uyandı. Sık iğdelerden panik bir izdihamla çıkmaya zorlanırken elinde bi deynekle biranda tepemize bitti. Çenedimiz, ganedimiz eline geçmiş, alayıcıımızıda tam peykiye gıstırmıştı. Ben ağladım. “Vallaha bidaha gelmiyeciik, n’oldu bizi guver gidek” diye yavım yavım yalvarıyorduk. Hiç birimize vurmadı, dövmedi, sövmedi. Şefkatle sakinleştirdi. Yakalanmıştık artık. Bize torbalar dolusu kayısı, domates, biber, mısır, soğan, armut ve salatalık verdi. “Gurban olduhlarım buralara zarar vermeyin, ne canınız istiyosa gelin benden isteyin, yeterki garığı gatığı depelemeyin bek günaf, gatıran gazanlarında yanarsınız” diyerek firekli gapıyı açdı ordan uğurladı.

Aklım o güllerde, o hıyarlarda, o gaysilerde, armıtlarda, fişnelerde kalmıştı ama o bostana birdaha giremedik. O tertemiz arklardan ışıl ışıl senkronize akan berrak su, gôo boncuk takılı lülesi, betondan derin su dolu oluğu, geniş küpeştesi ve çiçek resimli döşüyle Efsane Gümüş Pınar, diri diri rengarenk güzel şibiler, kendirin dibindeki yımırtaları, pinesliği, aş bişirilen daş ocak, isli gazanlar heç ahlımdan çıhmadı. O günden beri nerde bir Cennet sözü duysam Anşe Bibinin bostan aklıma gelir. Nerde bir melek, ne zaman Hızır, ne zaman huzur, ne zaman nur, ne zaman hür, ne zaman bereket deseler yine Anşe Bibinin nur yüzü, doğal yaşamı, kutsi emeği ve huzur kokulu bahçesi aklıma gelir.

Çocukluğumda geçen bu anılarımı yerinde anlatırken oğlum İhsan sordu. Neresiydi baba o bahçe diye. İşte burasıydı oğlum dedim. Sadece gümüş pınarın kırık duvarı, yamuk lülesi ve akıntı oyukları vardı. Yer yer gözüken bağ ve iğde kökleri, yıkık dökük oluğun öreni duruyordu. Hiçbir ağacın, hiçbir yeşilin, eşmenin, pınarın, otun, suyun kalmadığı boz bi çöl. Aşağıda gıyısı-gıranı ağaçsız başka bir tür su çölü olan kirinden gom gôo guvermiş Gelingüllü Barajı. Bir benim anlattıklarımı, birde mevcut ortamı karşılaştırınca sanki mekanı Dünya savaşı yıllarından Hiroşima yada Nagazaki zannetti.

Hintli mistik guru ve spiritüel Chandra Mohan Jain Osho diyor ki; "İyi insanlar cennete gider, değil! İyi insanlar nereye giderse cennet orası olur." O zamanlar Beşpınar’da, Evçikkaya’da, Balıklı’da, Ariz’de, Guvalı’da, Kurucaöz’de, Emirhan’da, Dedik’te, Yudan’da, Garga’da, Tekke’de, Paşaköy’de, Yazılıtaş’da heryerde Anşe Bibi gibi iyi insanlar doluydu. Doğa aşık, elleri bereketli, gönülleri cömert, yürekleri pırlanta tüm güzel insanlar güzel atlara binip gittiler.

Cenab-ı Allah o engin gönüllü, Hz.Rabia ruhlu, yüreği merhamet dolu, nur yüzlü büyüğümüz Anşe Bibi’yi Gümüş Pınar’ı andıran Cennetinin en güzel yerinde mekan sahibi yapsın ve sonsuz huzuruna kavuştursun. Ve Yüce Allahım Evrenin her tarafındaki tüm kullarına da Anşe Bibideki gibi doğa, hayvan, bitki, insan ve ağaç sevgisi aşılayıp Dünyamızı tekrar güzelliklerle donatsın.

Saygılarımla….