Yürekler, yürekten Tekbir alırken,
Mârifet ufkunda yol kısalırken,
Vakfe için Arafat’ta kalırken,
O kutlu zamandan selâm getirdim.
“Cebel-i Rahme”den[13] “sel gibi akan”[14],
“Meş’âr-i Haram”dan[15] Mahşer’e bakan,
Mina’da şeytanı âciz bırakan;
“Duyûfu’r-Rahman”dan[16] selâm getirdim.
İlk vahiy, ilk emir ve ilk desturdan,
Cebrâil nefesli “Cebel-i Nur”dan[17];
“Akabe”den[18], o bîat-ı mebrurdan,
Hicret’ten, hicrandan selâm getirdim.
Mûcizeler vardır, Hicret’le gelen,
Sevr’in yüreğinden çöle serilen,
Ay doğarken “Vedâ Tepeleri”nden[19],
Şehr-i Gülistan’dan selâm getirdim.
Alevden çöllere dökülen terden,
“İzinin tozuna” yüz sürenlerden,
Hicret şafağının söktüğü yerden,
“Mescid-i Takvâ”dan[20] selâm getirdim.
"Hücre-i Saâdet”[21] candan öte cân,
“Makâm-ı Mustafâ”[22] târifsiz ummân,
Yemyeşil yansırken rahmet-i Rahmân,
“Kubbe-i Hadrâ”dan[23] selâm getirdim.
"Cennetü’l-Bakî”den[24], “Dârü’l-Ebrâr”dan[25],
Evlâd-ı Resûl’den, Âl-i Ensâr’dan,
Mescid’deki “Gül” kokulu rüzgârdan,
Nur yağan “Ravza”dan[26] selâm getirdim.
En sarp yokuştaki en zor zamandan,
Ashâb’ın yazdığı eşsiz destandan,
Uhud’da sırlanmış O Yetmiş Can’dan,
Mus’ab’dan, Hamza’dan selâm getirdim.
Güneş’in kalbine bir ışık yakan,
Muhabbet ufkundan ukbâya bakan,
“Gül” mushaflı aşkı mîras bırakan,
Mukaddes sevdâdan selâm getirdim.
Kutsal Topraklar’a “Elvedâ!” derken,
Gözlerim yaşarır, sesim titrerken,
Gönlümü burada koyup giderken,
En hazin vedâdan selâm getirdim...