Dünyanın en büyük sıralama sistemlerinden biri olan URAP’ta adımızın geçmemesi, sadece listelerde yer almamakla açıklanamaz.
Asıl mesele, neden o listelerde olmadığımız değil; bu yokluğun kimsenin umurunda olmamasıdır.
Çünkü artık çoğu üniversite, sıralamalarda var olmayı değil, sistem içinde görünmez kalmayı tercih ediyor.
Türkiye’de yükseköğretim kurumu sayısı artıyor, ancak yönetişim kalitesi aynı oranda gelişmiyor. Yayın sayıları, öğrenci kontenjanları ve fiziki büyüklükler birer vitrindir. Oysa vitrinin içi boşsa, kampüs büyüklüğü tabela estetiğinden öteye geçemez.
Bugün üniversitelerimizde sorgulanan şey “nitelik” değil, “istatistik”tir. Ve biz, sayılarla övünüp içeriği ihmal ettiğimiz sürece, hiçbir sıralama bize hak ettiğimizi vermez.
Çünkü sıralamalar ölçülebilirliği değil, yönetişim kültürünü esas alır.
URAP listelerinde yer almamak, bir tür kurumsal varoluş krizinin yansımasıdır.
Bu kriz, rakamlarla değil, vizyonla aşılır.
Bir üniversitenin nitelikli hale gelmesi; sadece bilim üretmesiyle değil, o bilimin yön bulmasını sağlamasıyla mümkündür.
Bu nedenle mesele URAP değil, “rotamız neresi?” sorusudur.
Kampüsler eğitim merkezi olmaktan çok, sınava hazırlık istasyonuna mı dönüştü?
Bugün kampüslerde dolaştığınızda bir bilgi arayışından çok, bir bekleyiş hissiyle karşılaşırsınız.
Gençler öğrenmekten ziyade ertelenmek istiyor. KPSS’ye hazırlanmak, memurluğu garantilemek, sistem dışı kalma kaygısıyla tercih edilen bir sığınak haline geldi.
Üniversiteler, öğrenciler için bilgi değil, zaman kazandıran bir ‘bekleme salonu’ işlevi görüyor.
Bu durum sadece öğrencilerin değil, kurumların da sorunudur.
Çünkü üniversiteler, öğrenme kültürünü değil; sınav sistemine entegre edilmenin yollarını öğretiyor.
Diploma almak, öğrenmenin değil, sürecin tamamlandığının simgesi haline geldi. Sonuçta kampüs, sorgulamanın değil, ezberin sembolüne dönüştü.
Türkiye’de üniversiteler; ne kadar nitelikli insan yetiştirdiğiyle değil, ne kadar mezun verdiğiyle ölçülüyor.
Yayın sayısı, atama katsayısı, kontenjan doluluk oranı gibi metrikler her yıl artarken; mezunların topluma etkisine dair hiçbir ölçüt konuşulmuyor.
Akademik bilgi üretimi, çoğu zaman öğrenciye sirayet etmiyor.
Hocaların yayınları öğrencinin zihnine değil, sadece atanma dosyalarına giriyor.
Eğitimdeki kopukluk; bilgi ile hayat arasında köprü kuramayan, öğrenmeyi değil geçmeyi hedefleyen bir anlayışı besliyor.
Bu tabloyu değiştirmek için önce şu soruyu samimiyetle sormalıyız: “Bu kampüste gerçekten öğrenen var mı?”
Kalite yönetimi kâğıtta mı kalmalı, yoksa kurum kültürüne mi dönüşmeli?
Üniversiteyi üniversite yapan şey yalnızca bilim üretmesi değil, o bilimi doğru sorularla, doğru yöntemlerle ve doğru hedeflerle ilişkilendirmesidir.
Devamı Yarın...