Yozgat’ta yol kenarına dökülen çakıl taşı bile habersizce yuvarlanmazken, bazı konular nedense yıllardır göz göre göre yuvarlanıyor da kimsenin umurunda olmuyor. Diyorlar ya hani, “bir kavşak koca şehri nasıl yorar?” diye…
Vallahi yoruyor.
Mesela Saraykent - Divanlı Mahallesi bağlantı yolu... Araçlar görünmeyen kavşağın tehlike tuzağına düşüyor, sonra tabeladan çok dua okunuyor. Allah’a emanet geçiyoruz resmen. Aynı şekilde Sorgun’da Ahmetfakılı girişindeki kavşak… Trafik yoğunlaştıkça bu kavşaklar kazaya değil, resmen kader kurbanı olmaya davetiye çıkarıyor.
Yozgat-Kayseri bağlantı yolunu anlatmaya artık mecalim kalmadı.
Detaya insek tehlikeli kavşakları saymakla bitiremeyiz.
Hatırlıyorum, geçen yaz bir minibüs şoförü anlatmıştı: “Abi yıllardır burada yolcu indirip bindiriyorum. Ne uyarı var ne çözüm... Kaza olmadıysa Allah korudu.”
Doğrudur… Çünkü aklı korumayan sistem, milleti Allah’a emanet ediyor.
Peki kimin umurunda?
Kimi zaman karayolları topu belediyeye atıyor, belediye “yetki bizde değil” diyor. E o zaman biz de soruyoruz: Madem yetki kimsede değil, bu kaza tutanaklarını kim imzalıyor?
Yol sizin, kavşak bizim; ama dert ortada…
BORÇ EDİYATI: BELEDİYECİLİKTE YENİ BİR TÜR
Gelelim bir başka Yozgat klasiğine: Borç edebiyatı!
Yeni seçilen başkanların daha koltuğu ısınmadan yaptığı ilk açıklama: “Kasada para yok.”
Peki, sizce kasasında para olan bir belediye var mı?
Yani Allah aşkına; bu dünyada artık kim gelir-gider dengesini sağlayabiliyor ki?
Bakın, borç olabilir. Hatta borcun boyutu korkutucu da olabilir. Ona amenna.
Ama sorun şu: Borçtan yakınan ağızlar aynı zamanda en ballı ihalelere imza atıyor. “Kasada para yok” dedikten bir hafta sonra belediye binasına yeni perdeler takılmış, eşe dosta çiçekler gönderilmiş, tanıdık firmaya duble fiyatla iş verilmişse…
E biz de sorarız, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?
Eskiden "borç yiğidin kamçısıdır" derlerdi, şimdi oldu "borç vatandaşın baş belasıdır."
Hele hele bu borç edebiyatı vatandaşa da sirayet edince, sanki marketteki zamlar belediyenin borcundanmış gibi anlatılınca, sabrın rüzgârı yön değiştiriyor.
Vatandaş evine ekmek götürmenin derdinde, siz hâlâ kemer sıkmaya vatandaştan başlıyorsunuz.
ŞİRİNLİK MUSKASI: YOZGAT’I GÜZELLEŞTİRMEK
Şimdi durup bir düşünelim:
Neden bir Yozgatlı, doğup büyüdüğü şehirden uzaklaşıp başka şehre sığınmak zorunda kalsın?
Niye çocuklarımız, üniversiteyi kazandıktan sonra “bir daha dönmem” diye yemin etsin?
Cevap basit: Çünkü burada yaşamak cazip olmaktan çıktı.
Ama neden olmasın?
Bir kasaba, bir ilçe, bir köy…
Şirin, yaşanabilir, temiz, güvenli ve estetik bir yer olması için illa Paris mi olması gerek?
Biz neden kendi Bozok Yaylamıza aşık olmayalım?
Bir vali Boğazlıyan’a, bir bakan Sarıkaya’ya geldiğinde içi açılsın, dönüp bir daha gelsin istemez miyiz?
Yozgatlı olmak ağır iştir, çünkü önce sevilmeye değil, anlaşılmaya ihtiyaç duyar.
Biz de diyoruz ki, gelin şu şehri hep birlikte güzelleştirelim. Beton yığını değil, yaşanabilir mahalleler, çocukların koşabildiği sokaklar, ağaçların mevsimi bildirdiği caddeler inşa edelim.
Ve mümkünse, biz de hayattayken bu güzelliği görelim!
Hülasa dostlar,
Yollar tehlikeli, kavşaklar sinir bozucu, belediyeler dertli...
Ama asıl mesele şu: Yozgatlı sabırlı ama suskun değil.
Çünkü biz her şeye rağmen bir gün Bozok’un yeniden şaha kalkacağına inanıyoruz.
Ama lütfen, “kimin umurunda?” demeye devam etmeyelim.
Çünkü o ‘kim’, biziz.
Ve Yozgat, bizimdir.