Yozgat'ta anne olmak...
Çayıralan'da anne olmak, Sorgun'da, Boğazlıyan'da, Yerköy'de, Akdağmadeni'nde, Kadışehri'nde, Saraykent'te, Sarıkaya'da, Çekerek'te, Aydıncık'ta, Şefaatli'de, Çandır'da, Yenifakılı'da, ya da bir Yozgat beldesinde, köyünde anne olmak...
Yozgat’ta anne olmak, bir yandan Anadolu’nun bağrında hayatı var etmek, diğer yandan susarak, katlanarak, kabullenerek yaşamak demektir. Sessiz bir çığlığın yıllara yayılmış halidir bu. Kalbi yorgun ama duaları diri kadınların hikayesinden bahsediyorum.
Çünkü Anadolu’da anne olmak, ilk elden yoksulluğa, yokluğa, çaresizliğe gark olmak demektir.
Evladının önlüğünü yıkarken elleri çatlamış, soba başında yoğurt mayalarken gözleri uzaklara dalmış kadınların coğrafyasıdır burası.
Ve nice kadın vardır ki, Anneler Günü'nün geldiğinden bile habersizdir. Kim bilir, kaç anne bu sabah yine tarlaya gitmiştir, kaç kadın çocuklarına sıcak çorba yapacak malzeme aramıştır evinde. Ama bir yandan da dua eder, “Evladına - devletine zarar gelmesin” diye. Çünkü bilir ki, hala ayakta tutan, elinden tutan bir kurum varsa o da devlettir. Ne kadar annelere özel günler hediye etsek de, onların gönlünü en çok alan yine devletin bir merhamet eli oluyor. Yaşlıya, engelliye, yetime, yoksula uzanan en güvenilir el...
Modern zamanlar insanı yalnızlaştırdı. Mahalle komşuluklarının yerini sosyal medya beğenileri alınca, annenin halini soran da azaldı. İnsanın yalnızlaştığı bu çağda, anneler de yalnızlaştı... kimsesizleşti.
Bir zamanlar dizinin dibinde huzur bulduğumuz anneler, bugün yalnız dünyalarında huzur ara hale geldi.
Eğri oturup doğru konuşacak olursak, yaşlanmaya görsün, biraz da elden avuçtan düşmeye başladın. Sonrası malumun ta kendisi.
Belediyeler, yemek yapamayan, bir bardak su isteyemeyen annelere sıcak aş götürüyor. Evi temizlenmeyen annelerin evlerini temizliyor. Sessizliğin ortasında yalnız başına yaşayan, bir kapı sesiyle bile umutlanan nice kadına bir ziyaret, bir çiçek, bir tebessüm götürüyor. Yozgat’ın köylerinde hala odun kıran, tandırda ekmek yapan, sabah erkenden uyanıp tavuklarına yem atan anneler var.
Hayatın yükünü sırtlayan bu kadınlar, bazen eşsiz bir fedakarlığın simgesi, bazen görünmeyen bir serzenişin sessiz kahramanı.
Şehirler çok mu farklı.
Onların dünyası da yalnızlığa mahkum.
Ve ne yazık ki çağın bir başka gerçeği daha var: yaşlılık... Çağın tehlikesi. Yaşlılık, anneleri de yalnız bırakıyor. Bedenleri yorgun, gözleri uzaklarda. Evlatları uzakta, torunları yabancı. Bir odada tek başına geçen günler, haftalar...
Ve biz...
Biz bir gün geliyor, en güzel buket çiçeklerle onların kapısını çalıyoruz. “Anneler Günü kutlu olsun” diyoruz. Gülüyorlar, gözleri doluyor. Ama o çiçekler, yılın diğer 364 günü eksik kalan sohbeti, ilgiyi, desteği telafi etmiyor. Ya da bazılarımız sadece bir mezar taşının başına gidiyoruz. Sessizce ağlıyoruz.
Annemizin sesini anılarımızda arıyoruz. Yokluğunda bir teselli arıyoruz.
Ama esas mesele şu:
Ölmeden, sessizlik mezarında duyulması gereken çığlıkları ne yapmalı?
Anneler yalnızlaşmadan önce, yalnız kalmadan önce, varlıklarında kıymet bilinse… Her gün bir telefon, her hafta bir ziyaret, her ay bir yardım, bir destek…
Anneler günü yılda bir gün değil, her gün hatırlanmalı. Çünkü anne, yalnızca bir gün çiçek uzatılacak bir figür değil, hayatın kendisidir.
Sabrın, merhametin ve karşılıksız sevginin adı.
Yozgat’ta anne olmak…
Tarlada, tandırda, taşlıkta yaşamı sürdürmek… Koca bir coğrafyanın yükünü sırtında taşımak demektir.
Ve bu yük, bu sessizlik, ancak anlaşılınca hafifler.
Anneleri anlamak, onların yalnızlığına ortak olmakla başlar.
Allah kimseyi yalnızlıkla imtihan etmesin.